Alâettin Bahçekapılı’nın dün 4. ölüm yıldönümünde andığımız Vedat Türkali ile 2014 sonunda yaptığı oylumlu söyleşinin 2. bölümünü sunuyoruz…
AB: Solculukla nerede tanıştınız?
VT: Şimdi bak canım: Ben İstanbul’a gelirken Anadolu’dan , üniversiteye bir yere kapılanacaksın; herkes birçok yere kâğıt yazdırırdı, para ödememek için, ben bir yere kâğıt yazdırdım. Edebiyat Fakültesi’ne gideceğim. Edebiyat Fakültesi ancak yüksek mali mektebi diye bir yer var, oraya girebilirsem belki orda olabilir. Başka bölüm, müessese yok yani. Neyse girdik. 20 kişi içinde ben dördüncü oldum. Dediler ki iki tane kontenjan var. İki tanede Vefa Lisesi’nde o zaman Yüksek Muallim var. ‘Şubat’ta gel alacağız, yerin hazır.’ dediler. Gitmedim. İyi ki de gitmemişim. Gitsem bir daha dönmezdim. Samsun’da bir yerde kâtip falan yaparlardı. O zamanda bu Merih ile beraberiz ,onla aynı sınıftayız. Aramızda ilişkiler var. Delikanlıyız. O da gitmeme engel koymak ister tabii. Sonra ne yapacağıma karar vermemedim: Samsun’a mı gideyim, burda bir iş mi arayayım. Bir gün baktım yolda giderken askeri bir öğrenci, askeri tıbbiye kıyafetli; şimdiki Eczacılık Fakültesi o zaman Askeri Tıbbiye Okuluydu. Bütün ordu mensupları orda değişik bölümlerde okurlardı: Kitap işareti vardı gördüğüm öğrencinin yakasında, yaklaştım ‘ne o kitap?’ dedim. ‘Öğretmen’ dedi. ‘Ne öğretmeni?’ dedim. ‘Çeşitli branşlarda’ dedi. ‘Edebiyat öğretmenliği için alırlar mı?’ dedim. ‘Tabii alırlar’ dedi. ‘Şu binaya git, başvur’ dedi. Orada Hikmet Bey diye Allah’ın mendeburu, aksi suratlı, tam bir bürokrat biri var. Kapıyı vurdum, girdim. ‘Ben kayıta geldim. Öğretmen olacağım’. ‘Ne öğretmeni?’ ‘Edebiyat öğretmeni.’ ‘Doldu’ dedi. Tam döndüm gidiyorum, ‘dur dur’ dedi; ‘bunlar aylarca evvel müracaatlarını yaptılar, hâlâ kesin kayıtlarını yapmadılar. Sen kâğıtlarını evvel yaparsan seni alırım’ dedi. Ben hemen, doğru Askeri Hastane’ye gittim. Taksim’in altında.
AB: Gümüşsuyu’nda…
VT: Evet, oraya gittim. Rapor aldım, kısa kesiyorum. Okula girdik. Ordaki iki çocuk birisi Mithat’tır, biri de Turgut. Arkadaş oldum onlarla. Onlar girmek istemiyorlarmış zaten. Edebiyata başladım. Acemce, Arapça. Ulan ben bunlardan mahalle mektebinden kaçtım geldim.
(İlaçları geliyor, alıyor…)
Şimdi Arapça Profesörü Henry Rihter, bu adam dünya çapında bir otorite. Arapça dersini bu veriyor. Farsçayı da değişik hocalar veriyor. Arapça, Farsça öğreneceğim, ‘şart’ diyorlar. Ben ne yaptım ettim fakülteyi bitirdim; ama nah kafa. Ne bir kelime Arapça öğrendim, ne bir kelime Farsça. Bazı şeyleri aklımda tuttum ama, işte o kadar. O zaman bir de komünistlik başlamış bende, liseyi bitirmiştim. İyi komünist olmak için bunları sevmeyeceksin. İslamiyete, sağa ait şeyler karşı cephe alacaksın. Büyük hata yaptım.
AB: Üstadım, Kur’an-ı Kerim’i 6 defa hatmettiğinizi söylüyorsunuz. Şimdi de yanınızda , elinizin altında .
VT: Şimdi Müslüman sosyalist İhsan Eliaçık İslamiyeti yorumluyor. Birkaç defa da geldi buraya. Ben sonradan Marksizmi daha iyi öğrendiğim zaman anladım ki din meselesi öyle bizim zannettiğimiz gibi illa aykırı olacaksın, illa değişik düşüneceksin diye değil, yok böyle bir şey.
Yavrum sen hep soruyorsun, not alıyorsun. Ne yapıyorsun? Röportaj mı?
AB: Şimdilik ısınma turu atıyoruz; ancak hazırladığım sorularım da var… Üstadım öğrenmek istediğim 1942’de üniversiteyi bitirmişsiniz. O sıralarda Nâzım Hikmet donanmayı isyana teşvikten mahkûm olmuş, ‘Bursa damında’ yatıyor.
VT: Bak, ben TKP’nin en eski üyelerinden biriyim. Herkesi tanırım. Şefik Hüsnü, Reşat Fuat (Baraner) … Herkesi, bir tek Nâzım’ı tanımam. O da şöyle oldu: Nâzım hapishanedeydi ve ben gizli çalışıyordum. İş yapıyordum yani. Tabii ki görüşemezdim onunla. Sonra af çıktı Nâzım’ı bıraktılar. Ben de çalıştığım yerde Zeki vardı ona dedim ki, ‘ben Nazım’ı tanımak istiyorum.’ ‘Merak etmeyin birkaç gün geçsin bir evde, bir yemekte toplanırız, sizi de oraya alacağım’ dedi. Oh…Sevinçle bekliyorum. Tam da o sırada gazeteyi bir açtım; Nâzım kaçmış. Bir daha görüşemedik. Yalnız benim sınıf arkadaşım, mahalle arkadaşım, Samsun Lisesi’nde beraber olduğum arkadaşım Dr. Hayk Açıkgöz, parti arkadaşım, o Nâzım’ı iyi tanıyor; Bitti Bitti Bitmedi kitabımı ona ithaf ettim.
AB: Sizin liseyi okuduğunuz dönemde Nâzım ünlenmiş, tanınan biri.
VT: Ben bir yandan edebiyatla uğraşıyorum ; ama aklım fikrim henüz daha Ahmet Hâşim’de; o zamanki genç şairlere, Orhan Veli’lere, onlara büyük bir sevgi duyuyorum; Ahmet Muhip Dranaz, Cahit Sıtkı Tarancı, onları seviyorum. Akif’i pek sevmiyorum, yobaz mobaz falan diye; o da yanlış tabii, neyse… Şair deyince aklıma hemen Hâşim geliyor. Nâzım büyük şair; ama hani komünistliğinden dolayı şair olarak, şiir unsuru olarak henüz o özü kavrayamamışım, lisede daha. Sonra bilincim arttıkça, Nâzım’a olan sevgim çoğaldı. O zaman Nâzım’ı anlamaya başladım. Ve Nâzım’a karşı çıkanlara -solda da vardır, hâlâ da vardır ya- çok nefret duyuyordum. Bizim sol harekette iki tane Rönesans var: Birincisi, Nâzım bir Rönesanstır, ikincisi de Dr.Hikmet Kıvılcımlı. O da bir Rönesanstır. Nâzım’ı tanımadım ben, ama Dr. Hikmet, -ileri taraflarına rağmen- çok fikrisabitlerle doluydu. Onunla çok münakaşalar ettik.
AB: Üstadım sizin liseyi bitirip de, askeri okullarda edebiyat öğretmenliği yaptığınız dönemlerde Nâzım içerde. 1951’de çıkıyor. Bir yemekte karşılaşacaksınız, tanışmış olacaksınız, yurt dışına gidiyor, gitmek zorunda kalıyor. O sırada da ünlü “1951 Tevkifatı”nda, içeri alınıyorsunuz. Süreci biraz anlatır mısınız bize?
VT: Bak kardeşim. Ben 10 yıla yakın edebiyat öğretmenliği yaptım ve çok beğenildi öğretmenliğim, çok da memnun kaldı çevrem. Çünkü ben basit programlarla uğraşmazdım. Bütün Batı edebiyatının ileri gelenlerini, oyunları, tiyatroları… Mesela İstanbul’da her Şehir Tiyatrosu’nun programı değiştikçe bir gece ayırtırdım; götürürdüm taburu tiyatroya. Beni severlerdi; ama bilirlerdi partili olduğumu. Çünkü binbir ihbar olmuş. Harbiye’deyken, öğrenciler beni seviyor, hiçbiri bana komünist falan demiyor, çok üzülmüşler ben tutuklanınca.
Maltepe Askeri Lisesi’nin Müdürü Trabzonlu, Cemal Akbulut gelirlerdi bana. O zaman albaydı. Bütün bu tiyatroları falan onun desteğiyle yaptık biz. Şimdi fotoğraflarını göstersem şaşarsın. Hatta benim lisede felsefe hocam vardı. Derdi ki ‘ya Kadir sen, askeri lisede, inkılap yapmışın.’ Bütün okul seferberler oldu ben tutuklanınca: Cemal Akbulut o zaman general olmuş, diyor ki; ‘çocuklar hocamıza çok üzüldük. Çocuklar biz hocamızın durumunu biliyorduk; ama o kadar değerliydi ki kıyamıyorduk.’ Yani beni almamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Beni, parti irtibatına memur eden Zeki Baştımar denen hıyar, her haltı yedi; adam takip edildiğine inanmıyor, ‘yahu yapma Zeki, bizi takip ediyorlar.’
Ben içeri girdiğim zaman ilk sordukları şey ‘Zeki Baştımar’ı nerden tanıyorsun?’ Parti emri, ‘tanımıyorum’ diyeceğim. Halbuki inanmıyorum bunun tutacağına. Çünkü Zeki Baştımar zaten Rusya’da Komünter zamanında TKP, teşkilat dışı bırakılmış. Serbest. Ben desem ki ‘ya hangi Zeki diyorsunuz?’ Bu kendiliğinden Türkiye’ye gelmiş ve gitmiş; demiş ki ‘ben artık çalışmıyorum, benimle uğraşmayın.’ ‘Peki’ demişler ve Kemalist devlet de onu o zaman hükümetin kütüphanesinde, devlet kütüphanesinde memur yapmış. Yani herkes tanıyor, Ankara’da tanımayan yok. Ben deseydim ki ‘Zeki Baştımar, şu gazetelerin yazdığı adam mı? Ordan tanıyorum.’ ‘Evine geldi mi?’ ‘Olabilir benim evime pekçok kişi geliyor, hiç hatırlamam’ desem; hiçbir şey yapamazlardı. Ama kafası ahmak herifin o kadar dangul dungul ki. Bana sordular ‘nerden tanıyorsun?’; ben ‘tanımam’ deyince çok sevinmiş bu. Halbuki ben ‘tanımam’ dediğim anda işin kötüsü bir de şahidi var: Sevim Belli. Sevim Belli ifade verince, ben bir fırladım ‘yalan söylüyor bu kadın’ dedim. Halbuki ben biliyorum; beni fazla tutmazlar; ama hiç değilse askeri şahıs olarak beni ayırsınlar, bir de askeri cezadan yemesin zavallı. Hiç unutmuyorum komiser Rüştü vardı. ‘Zeki Bey’ dedi ‘siz gelirsiniz İstanbul’a, kafeteryada oturursunuz, radyolara gider gelirsiniz. Ben sizin peşinizi boş bırakır mıyım?’ dedi. Biz de ‘tanımıyoruz’ diyoruz. İçimden o anda dönüp ‘gördün mü hıyar’ demek geldi. Ve sonra bu kaçtı gitti. Hasta herif ya ahmak. Ben diyorum ‘takip ediyorlar’, o bana diyor ki ‘ne takibi?’ Mahkemede çıktı elli küsür tane takip raporumuz var. Uzun hikâyeler bunlar.
(AB) Zaten bunları kitaplarınızda uzun uzun anlatıyorsunuz…
(VT) Bir de dışarı gidince demiş ki ‘evet bu takip olacaktı ama bu tevkifat olmayacaktı.’ Şaşırdım. ‘Hangi tevkifat olsun beyefendi? İdamlık tevkifat mı?’ Çünkü, İstanbul Polis Müdürü Kemal vardı, demiş ki, ‘ben Paris’teydim, burada olsaydım bırakırdım kızı, yollardım onu, onları idamla yargılardım.’ O hakkını alacak yani elinden. Zeki’deki yanlış anlayışa bak: ‘Takip olacaktı ama, bu tevkifat olmayacaktı.’
Bu hastalandı Moskova’da; bizim Dr. Haig (Açıkgöz) bunu ziyarete gidiyor. Haig tanıyor bunu, ‘geçmiş olsun,’ diyor ‘bir isteğin var mı?’ Bu, böyle bakıyor. ‘Doktor’ diyor, ‘şu karşıda üç tane adam var, bunlar beni takip ediyor’ diyor. Haig diyor ki ‘ya baktım orda üç tane Alman, rastgele konuşuyorlar. Gittim yanlarına oturdum, baktım ettim, dillerini de anlıyorum hiç alakası yok’ diyor. Zeki için en güzel lafı Kerim Sadi demiş. Vaktiyle bu tutuklandığı zaman Sultanahmet’te: ‘Zeki Bey’ demiş, ‘siz adınızın tam zıttı bir adamsınız.’
AB: 7 yıl yattınız hapiste 1958’de çıktınız. O zaman Nâzım’ın ölümüne kadar 5 yıl var. Karşılaşmak istediniz mi? Galiba bir Moskova’ya gidişiniz var tanışmak için?
VT: O zaman pasaportum yok. İlk defa dışarıya benden evvel karım gitti; solcu bir kafileyle gitti. Ben daha bir yere gidemiyorum. Ben İstanbul’da değilim. Telefon etti karım: ‘Kadir ben kimi gördüm biliyor musun’ dedi? ‘Kimi?’ dedim. ‘Hayk’ı gördüm’ dedi. Şaşırdım. Hemen dönmeye çalıştım İstanbul’a, birkaç gün içerisinde.
Dr. Hayk, “1951 Tevkifatı”nda gözaltına alınan, asıl adı Sanasaryan Han olan, ancak kamuoyunda en çok Sansaryan Han olarak bilinen, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün yakın zamanlara kadar kullandığı binadaki işkence tezgâhlarından geçmesine karşın “susan ve hiçbir kişiyi ele vermeyen” sosyalizme inanmış bir kişi. Bu nedenle Vedat Türkali, Bitti Bitti Bitmedi kitabını ona ithaf etti: “Mahalle, ilkokul, üniversite ve uzun yıllar süren TKP içinde birlikte çalışma onurunu kazandığım, çektiği bütün işkencelere karşın hiçbir tutuklamada beni ve sorumlu birçok kişiyi ele vermeyen Dr. Haig Açıkgöz’e yürekten sevgi ve borçluluk duygularımla.” dedi kitabın başında. Sansaryan (Sanasaryan) Han demişken, işkence tezgâhlarından söz etmişken çok sayıda yazar, aydın, sanatçıyı da anmadan geçmeyelim: Nâzım Hikmet, Vedat Türkali, Aziz Nesin, Attila İlhan, Mihri Belli, Dr. Hayk Açıkgöz, Vartan İhmalyan, Ece Ayhan, Ahmet Arif, Ruhi Su. Burada işkencelerden geçmiş en bilinen kişiler. 68 kuşağından Cihan Alptekin’i, Ömer Ayna’yı da sayabiliriz. Şimdi dönelim Vedat Türkali’nin anlattıklarına: Türkali, “1951 Tevkifatı”nda parti liderlerinin yaptığı “yanlışlıklara” karşın, “dik duranlara” da değindikten sonra, “korkanlara, ürkek davrananlara” da getiriyor sözü…
(VT): O sırada da Bilal diye bir herif vardı, o da tam ürkek bir hıyar. Hıyarın, ahmak herifin biri. Düşün, ben bu Güven’i yazıyorum, notlarımı falan buna yolladım bastırmak için ‘tamam’ dedi ‘çok güzel.’ Ben buna dedim ki ‘önsözde anlatacağım sizin ders verdiğinizi.’ ‘Teşekkür ederim’ dedi. Sonra baktım iki hafta sonra bir mektup geldi: ‘Kadir bu mektubu sana Bükreş sınırından yazıyorum, Bulgaristan’dan atmadım.’ ‘Niye?’ ‘Çünkü, bu yazdığın önsözde benim adımı lütfen zikretme. Ben bunu Bulgaristan’dan da atmıyorum dışardan atıyorum kimseye gösterme bunu.’ Hiçbir tazyik görmeden 8 kişinin adını sıralamıştı. Benim durumumu da bilmez. Benim o bütün patırtılar gürültüler içinde, Zeki Baştımar, susuyor zaten. Bizim bir eski arkadaş vardı: ‘Abdülkadir, hapishanede beraberdik senelerce, hep aranızda gezdi durdu, ben onun hiçbir gün şunu yaptım, bunu yaptım, ben şuyum, ben buyum dediğini duymadım’ diyor. Söyler miyim? Duyurur muyum?
Türkali, sözünün burasında duruyor: sorularıma -kıyısından dolanarak da olsa- açıkyüreklilikle yanıt verdiğinin ve bunun son sözleriyle çelişkili bir durum yarattığının ayrımına varıyor. Daha önce tanıştıkları için güvendiği belli olan Dr. Sadreddin’e soruyor: ‘Gazeteci mi?’ ‘Evet.’ Ardından ‘Ermeni mi?’ ‘Hayır.’ Anlıyorum ki, ‘ısınma turlarını’ bir yana bırakıp kendimi tanıtmanın tam zamanı…
AB: Ben size kitaplarımı ve dergimi sunmak isterim… Ben Ataşehir’de yaşıyorum ve bölgeye yönelik bir dergi ve bir gazete çıkarıyorum. Her ay düzenli olarak yayımlanan dergimin adı, Ataşehir Kültür. Gazetemin adı Haberci Gazete. Sizin “İstanbul” adlı şiirinizi dergimin bir sayısında kullanmıştım. Dergim 100 sayıya ulaştı diye içindeki makale ve şiirleri bir kitapta topladım: Ataşehir’in 100’ü adı altında. “İstanbul” şiiriniz burada da var. Gerçi siz ‘hayatta iki gerçeği erken fark ettim. Birincisi sigaranın zararını, hiç sigara içmedim. Bir de şair olmadığımı erken yaşta anladım.’ diyorsunuz, ancak bu şiir ‘tam şiir.’
VT: Teşekkür ederim. O şiiri eşim Merih Pirhasan için yazmıştım. O sırada İstanbul’dan uzaktım. Eşim Deniz’i (Türkali) dünyaya getirdi. İkisini de göremiyordum. O duygularla, hasretle yazdım. Bir Gün Tek Başına romanımda yer aldı. Onur Akın besteleyip söyledi. Marş haline geldi.
AB: Üstadım şöyle de bir kitabım da var. Nâzım’ın ölümünün 50. yılında arkadaşlarına, dostlarına, tanıyanlarına mektuplar yazdırdım ve 3 Haziran 2012’de mezarına giderek okudum; sonra Vera’nın kızı Anna’ya teslim ettim. Sonra, Nâzım, Sen Gittin Gideli adıyla kitaplaştırdım. Bir de, Sesleri Bende Kaldı kitabımı armağan etmek isterim size. Sizin de yakından tanıdığınız yazarlarla, sanatçılarla yaptığım söyleşileri bir araya getirdiğim bir kitap bu. Bu kitapta yer alan yazarların, sanatçıların, işadamların ortak noktası; artık hiçbirinin yaşamıyor olması. Seslerini de kitaba ek olarak bir DVD’ye çektim. Bu kitap aracılığıyla sesleri artık herkeste.
Türkali, Sesleri Bende Kaldı kitabımda hangi yazarların söyleşilerine, seslerine yer verdiğimi merak ediyor, sayıyorum: “Aziz Nesin, Hasan İzzettin Dinamo, Fakir Baykurt, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Rady Fiş, Kostantin Simonov” diye başlayıp özetlerken, “çoğunu tanırsınız, Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı da var” diye bitirdim. Espriyi yapıştırdı.
VT: Yok, bu son saydıklarınızı tanımam. Güzel bir çalışma olmuş, eline sağlık. Bakacağım.
AB : Üstadım, yeni kitabınıza dün akşam baktım. Tümünü okudum diyemem, ama sizin bütün kitaplarınızı çıktıkları anda okudum, bilirim. Bitti Bitti Bitmedi adlı kitabınızı yazmadan önce piyasada sözünü ettiniz mi?
VT: Çok geçti adı.
AB: Neden soruyorum biliyor musunuz? Çetin Altan 20011’de yazdığı bir yazıda Mısır’daki Mübarek’ten söz ediyor. “Bitti bitti bitmedi” diyerek sonlandırıyor yazısını.
VT: Valla bilsem ismini öyle koymazdım. Haberim olsaydı isimde bir değişiklik yapardım.
AB: Siz Bitti Bitti Bitmedi’de Diyarbakır Cezaevi’ndeki insan hakları ihlallerinden İttihat ve Terakki dönemine evrilttiğiniz olayları 1915 Ermeni tehcirini merkez alarak sergiliyorsunuz. “Yaşadıkça, söyleyecek sözüm oldukça yazacağım” da diyorsunuz. Bu, başka kitaplarınızın muştucusu… Yeni yazmayı düşündüğünüz roman mı, senaryo mu, konusu ne?
VT: Yeni bir roman düşünüyorum. Kürt meselesine ait. Çok istediğim biçimde yazamadım. Eğer iki sene yaşayabilirsem… sağlığım iyi, bakıyorum kendime, çocuklar da iyi bakıyorlar.
AB: Üstadım siz çok senaryolar yazdınız, senaryo dalında ödül de aldınız. Hep canlı tarih olarak tanıklıklarınızı yazıyorsunuz hem kitaplarınızda, hem senaryolarınızda, filmlerinizde. Üstelikte sansürsüz yazıyorsunuz; apaçık, bütün gerçekliğiyle. Bu, Türkiye’de demokrasinin geliştiğini gösterir mi?
VT: Benim sözüm neyi değiştirir şimdi? Türkiye’nin hali malum. Böyle demokrasi olur mu? Niye soruyorsun bunu? Zaten Türkiye’deki demokrasi adlı rezilliği herhalde bilmiyor olamazsın. Başka ne diyeyim yani. Aslında bir biçimde bütünüz. Sorularla bir yere varacağımızı sanmıyorum. Ama çok önemli bir sorun vardı ortada. Bu tartışılır. Bu da bir adama sorulmaz. Onun fikrini sorarsın, bunun fikrini sorarsın ona göre bir ortak yol bulunmaya çalışılır.
Gazeteci olarak ben sana bir şey sorayım. Şimdi Türkiye’de, en çok da İstanbul’da bu kadar çok deprem ihtimalinin varlığı, ben burada bile tedirginim ki burası en güvenli bölge sayılıyor. Şu yanda bir cami var, mimarı Sinan. Orada bizim bir doktor arkadaş oturur. Geçenlerde bir sallantı oldu, tavanda bir süsleme vardı, o düştü. Ben burada korkuyorum açıkçası. Ama şimdi İstanbul’da yirmi kat, otuz kat bina yapılıyor. Bu rezillik. Şimdi bu ekonomik sıkıntılar zamanında en çok binaya yatırım yapılıyor.
AB: Yüksek binaları doğru bulmuyorsunuz; rezillik olarak yorumluyorsunuz.
VT: En gözümüzü diktiğimiz yer Çin’di. Şimdi onlar da aynı şeyleri yapıyorlar. Yüksek binalar.
AB: Bu dünyanın geldiği yer.
VT: Zaten dünya da zaman bitmiş diyorlar. 3 milyar sene sonra insan falan kalmayacakmış dünyada. Vakit de yok pek.
AB: Senaryolarınızı mı daha çok seversiniz ,romanlarınızı mı?
VT: Hangisine en çok emek vermişsem onu daha çok seviyorum yani.
AB: En çok sevdiğiniz romanınız hangisi? Bir Gün Tek Başına mı, Güven mi?
VT: Diğer romanları herhangi biri yazabilirdi ama ‘’Güven’’ romanını ancak ben yazabilirdim. Tek tek gezdim hepsini o yazdığım yerlerin: Moskova, Belgrad, Kiev… Gezmediğim yer yok. Tek satır yalan veya yanlış yoktur. Benden daha büyük yazarlar vardır Türkiye’de ama bunları bilemezler.
Söyleşi sürecek…
Türkali ve Nâzım, Maçoğlu’nun Türkali’ye önerisi...
Comentários