HaberciGazete
Bimen Şen, Cemal Tollu, Adem Yavuz, Füreya Koral, Muzaffer İzgü

Bugün 26 Ağustos. Bimen Şen, Cemal Tollu, Adem Yavuz, Füreya Koral ve Muzaffer İzgü'nün ölüm yıldönümleri.
BRT Yayın Grubu olarak bu değerlerimizi saygıyla anıyoruz.
Bimen Şen kimdir?

Bimen Şen’in asıl adı Bimen Dergazaryan’dır ve Ermeni asıllıdır;1873 yılında Bursa’da doğdu. Bir din adamı olan Gaspar Dergazaryan’ın dördüncü çocuğudur. Mûsikîşinas bir aileden geldiği için sesinin güzelliği dikkatleri çekmiş, çocukluğunda kilisede ilâhi okumaya başlamıştı. Kazandığı başarı kısa sürede çevresine yayıldı. Daha on bir yaşında iken, bir münasebetle Bursa’ya gelen Hacı Ârif Bey’e takdim edildi. Ona birkaç şarkı meşk ettiren ve sesini çok beğenen üstad, bu sanatta ilerlemesi için İstanbul’a gönderilmesini tavsiye etti. Ailesinin şiddetle karşı çıkmasına rağmen, on dört yaşında iken ve bir kış günü İstanbul’un yolunu tuttu. Yanında bulunan para kısa sürede bitince açlık ve sefaletle karşı karşıya geldi. Kendi ifadesine göre onu bu durumdan yine açlık kurtardı. İş bulamayınca son bir çare olarak kiliseye başvurmuş ve ilâhi okumuştu. Orada bulunan dindar bir Ermeni, sesini çok beğenerek himayesine aldı. banker olan bu şahsın yanında bir süre çalıştıktan sonra serbest ticarete başladı. Böylece maddî durumu düzelen Bimen Efendi, bir yandan sarraflık yaparken; bir yandan da çevresini tanımaya çalıştı.
O dönemin ünlü mûsikîşinaslarından Tanburî Cemil Bey, Neyzen Aziz Dede, Şevki Bey, Kanunî Hacı Ârif Bey, Rahmi Bey, Hanende Nedim Bey, Hacı Kirami Efendi ve özellikle Hacı Ârif Bey’den çok şeyler öğrendi. Yaşadığı sürece ünlü bir hanende olarak tanındı ve takdir edildi. Süleyman Nazif onun için şu beyti yazmıştır:
Ebedî nâzımıdır san’at-ı feryâdımızın Öperiz ağzını hep Bimen-i üstadımızın
Çok tanınmış bir ses sanatkârı olduğu halde gazinolarda çalışmadı. Özel mûsikî toplantılarında okurdu. Akşamları “Eldorado” gibi gazinolara gider ancak, hatırından geçemediği dostlarının ısrarı ile oturduğu yerden bazen bu fasıllara katılırdı. Konserler vermiş ve plâklar da doldurmuştur.
Rahmetli ATATÜRK’ün daveti üzerine Ankara’ya gelmiş , zaman zaman olmak üzere Dolmabahçe Sarayı’na da çağrılmıştır. Bir gazete röportajına verdiği cevapta bir mûsikî aleti kullanmadığını, nota bilmediğini, eserlerini başkalarının notaya aldığını, mûsikîden ve eserlerinden para kazanmadığını, bir kırgınlık sonucu piyasadan çekilerek evvelce biriktirdiğini satarak geçindiğini söylemiştir.
Bimen Efendi, 26 Ağustos 1943 tarihinde öldü. Cenazesi Lemi Atlı, Neyzen Rıza Bey, Tanburî Dürrü Turan, Sâdeddin Kaynak, Artaki Candan gibi tanınmış mûsikîşinasların katıldığı kalabalık bir toplulukla kaldırılarak, Feriköy Ermeni Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir.
Bestekâr olarak Hacı Ârif Bey taklitçisi değildir; ancak bu büyük sanatkârın başlattığı şarkı bestekârlığı yolunun samimî bir takipçisi olmuş, özellikle fasıl mûsikîmizin gelişmesine büyük hizmette bulunmuştur. Kendisini bilen, tanıyan ve dinleyen Ruşen Kam onun için şu satırları yazmıştır:
“. . . Bu an’anenin en kuvvetli, en popüler bestekârlarının sonuncusu Bimen Şen’dir. Ta. . . Şişli semtinden başlayarak İstanbul surlarına kadar uzanan bölge içinde onun eserlerinden birini, hattâ bir kaçını bilmeyen, terennüm etmeyen bir insan tasavvur etmek pek güçtür. Şöhreti ve eserleri I. Dünya Harbi ve sonra onu takip eden mütareke yılları içinde, bütün İstanbul ufuklarını kaplamış olan bu bestekârımız, her sınıf halkın kendi zevkini okşayacak tarzdaki şarkıları ile çok sevilmiştir. O dönemdeki yeni bir eseri, bütün umumi ve hususi saz meclisleri içinde muhitinin en kuytu köşelerinden yükselen seslerini, en güzel ahenklerini bu eserin büyüleyici melodileri arasında bulurdu. Onun bu sanat ve sanatkârlık tılsımı ölümüne kadar devam etmiştir.
Bimen Şen, zamanının en tutulan ve sevilen Uşşak, Hicaz, Saba, Hicazkâr, Kürdili-Hicazkâr, Hüseyni, Segâh, Hüzzam gibi makamlarında pek çok şarkı bestelemiştir. ” “Melodilerinde, kendinden evvelkilerin tesirlerinin izlerinden ziyade kendi kudret ve kabiliyetinin sesi duyulur ve bunlar gâh bir hüzün ve elemin, gâh bir neşve ve sürûrun ifadesi olarak gönüllere akseder. Yalnız şunu da ilâve edelim ki, onun bazı eserlerinde belli belirsiz şive bozukluğundan doğan bazı prozodi yanlışları biraz kulağı tırmalar. Bu zaten Hristiyan, Musevi Türk bestekârlarının daha bir kısmında kulağa çarpan bir keyfiyet olmakla birlikte, küçük bir tasarrufla bu gibi ufak tefek hatâlar her zaman için giderilebilir. ”
Altı yüzü aşkın eserinin olduğunu, güzel şiirlerin kendisine bestekârlık ilhamı verdiğini, en güzel eserlerini yatakta ve gece yarıları uykudan uyanarak bestelediğini söyleyen Bimen Şen’in ikiyüz yirmi şarkısının notasını Şamlı İskender yayınlamıştır. Mûsikî eserleri repertuvarımızda ikiyüz elli kadar eseri bulunuyor. Bazı marşlar da bestelemiştir.
Özellikle Fasıl Mûsikîmize birbirinden güzel şarkılar kazandırmışdır.
Dr.M.Nazmi Özalp- Türk Musikisi Tarihi kitabından alınmıştır
Acemaşiran-Bir haber ve ey sabâ n’oldu gülistânım benim
Acemaşiran-Bir kimseye açılmaz
Acemaşiran-Ey bağ-ı hüsnün dilcu nihâli
Acemaşiran-Hoş gelirdi cânâ bez
Acemaşiran-Senin aşkın ey dilrûba
Acemaşiran-Tutuldum türlü derd-i bi-menende
Acemaşiran-Yokmuş bir âh’a ey gül-i rânâ tahammülün
Acemaşiran-Zehrolsa bile nûş edelim câm-ı şarabın
Acemkürdi-Aşkım gibi sönmüş sanıyorken
Acemkürdi-El verdi tegafül güzelim
Acemkürdi-İltifâtın kıldı ihyâ
Acemkürdi-Mevsim sonu yas bağladı gülşen
Acemkürdi-Sevilmeyi pek sever sevildikçe naz eder
Beyâtiaraban-Aşkın beni öldürse de
Bestenigâr-Her zaman sende hevâyi zülf-i
Bestenigâr-Leblerinden katre-i sevdayı emmek isterim
Bestenigâr-Mızrabı bırak zülfünü sinemde gezindir
Bestenigâr-Ruhum sana ey sevgili
Bestenigâr-Şahısın sen efendim güzellerin
Dilkeşhâveran-Bir teessür görünür
Dilkeşhâveran-O çapkın büsbütün yaramaz oldu
Dilkeşhâveran-Sen bir gül idin bülbülü âvâre de bendim
Ferahnâk-Candan uruldum sen verdi âle
Ferahnâk-Fettan gözünün gamzesi dillerde
Ferahnâk-Gülşende ne hoş neşeli cem meclisi kurdun
Ferahnâk-Kızmasan sanki a dilber ne olur
Ferahnâk-Nur-i ismetle münevver gözlerin
Ferahnâk-Rûşen etse bu gece şem-i ruhun hanemizi
Hicaz-Acaba şen misin kederin var mı
Hicaz-Ağyâr ile şen geçti güzâr eyle çemende
Hicaz-Bana her yerde senin rûy-i melâlin görünür
Hicaz-Bir peri-sima melekten yâre oldum müptelâ
Hicaz-Çok zamanlar ben yaşattım serseri vicdanımı
Hicaz-Firkâtin aldı beni neşve-ü tâb’ım bu gece
Hicaz-Gel bir daha gül rûyini aç handeni göster
Hicaz-Gel eğlenelim bu şeb beraber
Hicaz-Gel harabım bilmez misin hicran nedir
Hicaz-Gönlüm yine bir şûhi cefa pişeye aktı
Hicaz-Gül gamzelerin pembe yüzün neşesi miydi
Hicaz-Gülmedim bir gün bile hasretle gönlüm yaralı
Hicaz-Günden güne ruhum daha yorgun
Hicaz-Hâl-i dil-i arza yok mecalim
Hicaz-İltifâtın beni ihyâ eyler
Hicaz-İsmini bilmezdim fakat tanırdım
Hicaz-Kaçsam bırakıp senden uzak yerlere gitsem
Hicaz-Ömrüm artar sana baktıkça
Hicaz-Ruhum emelim kalb-i nizârım zedelendi
Hicaz-Sahilde bu şeb yâr ile bir zevkini sürdüm
Hicaz-Yâ nasıl sevdim seni nerden sataştım
Hicaz-Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından
Hicaz-Yol verin ey karlı dağlar aşayım
Hicazkâr-Hicran ile dil hastayım ümmid ile nalân
Hicazkâr-Kırsa bin tel nâz ile terk-i esâret eylemem
Hüseyni-Arttıkça rûyin saçtıkça zülfün
Hüseyni-Aşkına düştüğüm ilk günden ber
Hüseyni-Beni her görüşte handeler saçar
Hüseyni-Bıktım artık elinden senin
Hüseyni-Bir gün olacak ben gibi naçar kalacaksın
Hüseyni-Dağları aştım da indim ovaya
Hüseyni-Dün yine günümüz geçti beraber
Hüseyni-Durmadan aylar geçer yıllar geçer gelmez sesin
Hüseyni-Ebedi aşk olamaz zevk bulamaz âlemde
Hüseyni-Hasta-i zâr-ü nizârım seni sevdim seveli
Hüseyni-Hep nağme uçar neş’e doğar handelerinden
Hüseyni-İçtim suyunu şu coşkun derenin
Hüseyni-Sen inleme ta inlemesin gökte melekler
Hüseyni-Seveyim sevdiğini ah bilerek
Hüzzam-Üzme kendim nâfile kanmam söze
Hüzzam-Aşkımın tahtını gönlüme kurdum
Hüzzam-Bi behre bir âşık gibi tetkike ne hâcet
Hüzzam-Bilirim daha sen pek küçüceksin
Hüzzam-Bilmem ki sen beni ne zaman şâd edeceksin
Hüzzam-Bûyini senden alır her bir çiçek
Hüzzam-Dil-hûn olurum yâd-ı cemâlinle senin ben
Hüzzam-Durmadan aksın eğer isterse artık gözyaşım
Hüzzam-Endâmının hayâlini gözlerimden silemem
Hüzzam-Görmedim âlemde vefâ hiç kimseden
Hüzzam-Göz ucuyla bir baktı her tarafı kıvraktı
Hüzzam-Gözlerim gözlerine hayrandır
Hüzzam-Gözüm leyl-ü nehâr ağlar benim
Hüzzam-Hâleli gözlerin hayâle döndü
Hüzzam-Hep yeşile dökmekte iken didelerim
Hüzzam-İltifat etmezse gam-mı rüzigâr
Hüzzam-Merhamet eyleme hiç sen de bana ey nazlı yâr
Hüzzam-Mey seni gonca-i nâz açtı da bülbül etti
Hüzzam-Ranneder ettin dil-i virânımı
Hüzzam-Ruhumda bu şeb hicr-i visâlin yanıyorken
Hüzzam-Sabrımı gamzelerin sihriyle târâc edeli
Hüzzam-Sakladım söylemedim derdim her derdim unuttum
Hüzzam-Sükunda geçer ömrüm seyri gibi enhârın
Hüzzam-Yine düşman kurmuş hududa pusu
Isfahan-Ben feda etmek dilerken dost için hep cânımı
Isfahan-Dehrin elemi bitmedi vallâhi usandım
Isfahan-Ne bakarsın a gönül hırs ile yârin gözüne
Isfahan-Sanma temin eyledin cânâ beni
Karcığar-Bağlandı siyah zülfüne divâne mi gönlüm
Karcığar-Bir hoş tekellüm eyler o âfet çıtır çıtır
Kürdilihicazkâr- senin ismini dil sızladı durdu
Kürdilihicazkâr-Aşkın bana her safhası bin hüzne bedeldi
Kürdilihicazkâr-Ateşi aşkın dile etti eser
Kürdilihicazkâr-Bağrı yanmış bir gârip âvâreyim
Kürdilihicazkâr-Bir tatlı seda çıkmaktadır bestelerinden
Kürdilihicazkâr-Cân esir-i ıztırâb olsun mu sen cânân iken
Kürdilihicazkâr-Dün gece ümmid-i vuslatla melek
Kürdilihicazkâr-Duydum ki takılmış o ipek saçlara tüller
Kürdilihicazkâr-Görmedim bir daha bir benzerini
Kürdilihicazkâr-Gözümde sevdiğim nûru emelsin
Kürdilihicazkâr-Gözünün misli yok âlemde senin
Kürdilihicazkâr-Güle konmuş bülbül gibi kalbim neş’eli
Kürdilihicazkâr-Gülmek yakışır hüsnüne söz söyler iken sen
Kürdilihicazkâr-Gün kavuştu ümid gülü soluyor
Kürdilihicazkâr-Hayâlin gitmiyor gözümden dildâr
Kürdilihicazkâr-Hayli demdir görmedim ben sevgili cânânımı
Kürdilihicazkâr-Her gece semâda ararım seni
Kürdilihicazkâr-Kahpe felek yaktı bu cismi teni
Kürdilihicazkâr-Kalbimde seni bir senedir gizli severdim
Kürdilihicazkâr-Kemendi zülfe bendetti beni bir nevcivan esmer
Kürdilihicazkâr-Koparan sinemi ağyar elidir
Kürdilihicazkâr-Kurulsun bezm-i işret sâkiye peymâneler dönsün
Kürdilihicazkâr-Mey âlihi sâkilik eder hem bizi gözler
Kürdilihicazkâr-Rûz-i hicrânı uzattıkça uzatmıştı felek
Kürdilihicazkâr-Seninle ey gül-i ahsen
Kürdilihicazkâr-Severim ben seni pek çok severim
Kürdilihicazkâr-Şivekârım taht-ı gâhın sinem olsun daima
Kürdilihicazkâr-Tâ haşre kadar taze kalır neşve-i busem
Kürdilihicazkâr-Yüzüm şen hatıram şen
Mâhur-Aşkıma hâil olur yoktur emin ol güzelim
Mâhur-Bazen o melek gelir fakat pek seyrek gelir
Mâhur-Sendedir hüsnü cihan zevk-i nihân
Mâhur-Seni gönlüm severken gel
Mâhur-Taliimden ben ederken istina
Mâhur-Tig-i gamzenle saçın bendinde sergerdanım
Mâhur-Vuslat dileyip vâdine ey sevgili kandım
Mâye-Dolsun dile nûrun aç nikâbın
Mâye-Söndürsün yâr elinden âşıkın peymâniye
Muhayyer-Ah felek aldın benim bir tanemi
Muhayyer-Benim ey dilberi sevda eserim
Muhayyer-Çünkü bülbülsün gönül bir gülistân lâzım sana
Muhayyer-Her derdimi bir gizli nigâhımla unuttum
Muhayyer-Hezâr mihen ü meşâkla yoruldu cismi nizârım
Muhayyer-Nevbahârın en güzel leylinde sendin dinleyen
Muhayyer-Şahane bakışlarla o çeşman-i lâtifin
Muhayyerkürdi-Bir gün unutur zannediyor aldanıyorsun
Muhayyerkürdi-Bakınız şu kuşa ne söyler öter
Müstear-Ne yaptın ki bana söyle
Müstear-Zevki dilberle gönül düşme gama
Nihavend-Aksın mı benim gözyaşım âvâre senin çün
Nihavend-Ana harb ilân oldu gâzilere gün doğdu
Nihavend-Baktım yüzünün hâline de âline kandım
Nihavend-Benim yârim şıktır şık
Nihavend-Bir gün seni öpmüştüm uyurken yatağında
Nihavend-Nazlı güzel bebeciğim
Nihavend-Nereden sevdim o zalim kadını
Nişabûrek-Lâl oldu tenim kalmadı valla mecâlim
Nişabûrek-Bir tesadüfle nasılsa sevdi gönlüm pek seni
Rast-Gün gelir de cânân beni ararsa
Rast-İzin ver lütf eyle darılma sakın
Rast-Müttefikler hepiniz bunu böyle biliniz
Sabâ-Boylu poslu hoş kıyafetli
Sabâ-Çamlar altında uzattı dest-i nâzi bir peri
Sabâ-Güllerin gölgelerinde uyuyan bir çaya ben
Sabâ-İnsan müteselli oluyor yoksa ne müşkül
Sabâ-Pây-i mâlin olmak ümmidiyle dâmanın gibi
Sabâ-Yollarda kalan gözlerimin nûrunu yordum
Segâh-Bensiz ey gül gülşen-i alemde mey
Segâh-Dilde sevda sinede dağ-ı firak
Segâh-Ey bûse ne seyyâle eden kalbimi yaktın
Segâh-Hem bezmi sefâ yan yana kol kola gezerken
Segâh-Sun da içsin yâr elinden âşıkın peymâneyi
Sultaniyegâh-Al sazını sen sevdiceğim şen hevesimle
Sultaniyegâh-Gel güzelim biz gezelim
Sultaniyegâh-Gel şu tayyare ile hâki kaderden kaçalım
Sultaniyegâh-Gözlerinin hazin bakışı vardır
Sûzidil-Birden bire neşen niye böyle yine kaçtı
Sûzidil-Camlarda dolaşarak yine hülyalara dalsak
Sûzidil-Gül olsam sızsam imbiklerinden
Sûzidil-Mustakinâ gül ey gül-i gülizâr-i letâfet
Sûzidil-Oya olsam o ipekten tülüne
Sûzdil-Seni böyle niçin sevdim
Suzinâk-Bıraktı beni âvâre düşkün
Suzinâk-Çeşm-i âlem görmedik bir nev cihansın sevdiğim
Suzinâk-Yine tenha elime girdi hele cânânım
Şedaraban-Bûyi zerrin tütiyor kâkülü zertârında
Şedaraban-Gönlüm yine bir goca-i nevrûza tutuştu
Şedaraban-Nazırın yok vücudu bedelsin
Şehnaz-Bir yaz gecesi Çamlıca’da yâr ile kaldım
Şehnaz-Ey gamlı dağların siyah gülleri
Şehnaz-Hüsnü ânın çok beğendim işvebâz
Şehnaz-Söyle niçin benden kaçtın
Şehnaz-Yeni baştan bir dilbere yandım ben
Tâhirbûselik-Geliyor benim edâlı yârim
Tâhirbûselik-Pek bozulmuş meh cemâlin gül tenin
Tâhirbûselik-Sonbaharın zevki hoştur
Uşşak-Ada’dan gitti senin bütün ezvâk-ı sâfa
Uşşak-Bahar erdi buyur gülzâre sen de
Uşşak-Bana doğru söyle ahu nigâhım
Uşşak-Cerh elinden kimse yok alemde
Uşşak-Dök dök yüzüme saçlarını gözyaşı bitsin
Uşşak-Ey kuş neden mahsun durursun öyle
Uşşak-Feryadımı gördükçe benim ey gül-i rana
Uşşak-Girdabı-ı aşka düştüm yok halâsa çare
Uşşak-Gözlerini bir gün görsem o gün kalbim şenlenir
Uşşak-Hayli demdir neye hırçınlığı
Uşşak-İçin dostlar cabadan hovardayım babadan
Uşşak-Ümidim bağına nurlar saçıldı
Uşşak-Vassili senin değil mi âh-û feryâdım benim
Uşşak-Yandım o senin gül gibi rûhsârına yandım
Yegâh-Ne olurdu mavili simin beden
Yegâh-Ne gülün rengini sevdim ne bülbülün sesini
Yegâh-Ser beste oldum zülf-ü nigâre
Zâvil-Güzelim gel gidelim âlemi âb eyleyelim
Zâvil-Kurban olam endamına yâr senin
Cemal Tollu kimdir?

Türk ressam Cemal Tollu 1899’da İstanbul’da doğdu. Resim sanatına ilgisi küçük yaşlarda başlayan Cemal Tollu, Sanayi-i Nefise’ye (Güzel Sanatlar Akademisi) kaydını yaptırdıysa da, işgal yılları nedeniyle buradaki öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. İşgal kuvvetlerine görünmeden Ankara’ya geçti. Orada Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Zahit Namzetleri Talimgahı’na katıldı. Süvari zabiti olarak eğitim gördü. Konya’daki süvari alayına gönderildi. 1926’da İstanbul’a döndü. Akademi’deki öğrenimini kaldığı yerden sürdürdü. İkinci yıl sonunda sınav vererek, önce Elazığ Öğretmen Okulu’nda, sonra Erzincan Askeri Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Sanat bilgisini geliştirmek amacıyla Münih’te Hans Hofmann’ın, Paris’te Andre Lhote, Fernand Leger ve Grommaire’in yanında çalıştı. Bir ara da Despiau’nun atölyesinde heykel eğitimi gördü.
Paris’ten dönüşünde Elazığ’da ilk sergisini açtı. İstanbul Galatasaray sergilerine konuk sanatçı olarak katıldı. Daha sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi olan Ankara Arkeoloji Müzesi’nde yönetici olarak görev aldı. Müzedeki Hitit yapıtları, sanatının yöresel heykelsi biçimlerin katkısını yönlendirmekte etkili oldu.
1933’te D Grubu’nun kurucuları arasına katıldı. Bu topluluğun sergilerine resim verdi. 1936’da Akademi’deki reform hareketleri sırasında resim bölümü şefliğine getirilen Leopold Levy’nin çağrısıyla İstanbul’a geldi. Yeni öğretim kadrosunun güçlü üyelerinden biri olarak onun yardımcılığını üstlendi. Akademi’den emekli oluncaya (1964) kadar kendi adını taşıyan atölyenin hocası oldu. Mitoloji dersleri okuttu, resim bölümü şefliği yaptı. 1938’de düzenlenen yurt gezilerine katılarak Antalya’ya gitti. 1940’ta 2. Devlet Sergisi’nde ikincilik, 1941’deki 3. Devlet Sergisi’ndeyse birincilik ödülü kazandı. 1946’da Paris ve Londra’da düzenlenen Çağdaş Türk Sanatı Sergilerine katıldı. 1947’de İstanbul’ da ikinci kişisel sergisini açtı. 1950 yıllarında Venedik ve Sao Paolo Bienaline, Bağdat ve Tunus’taki Uluslararası Sergilere resim verdi. 1957’de Akademi’de verdiği mitoloji derslerinin notlarını bir kitap halinde (Yunan Mitolojisi) yayımladı. 1960’ta 21. Devlet Sergisi’nde Hasat adlı kompozisyonuyla ikinci kez birincilik ödülü elde etti.
1967’de Şeker Ahmet Paşa monografisini yayımladı. Aynı yıl Akademi salonlarında bütün dönemlerini kapsayan geniş bir sergi düzenledi. Uzun süre Yeni Sabah gazetesi başta olmak üzere, değişik yayın organlarında sanat üstüne görüşlerini içeren yazılar yazan ve bu yazılarında özellikle sanat eğitiminin sorunları ve ilkeleri üstünde duran Cemal Tollu’nun anısına, ölümünden sonra Ankara ve İstanbul’da sergiler düzenlendi.
Sanat Anlayışı
D Grubu’nun yenilikçi estetiği içinde, Cemal Tollu’nun sanatını iki temel öğeye bağlayabiliriz. Bunlardan biri, 1930 yıllarının sonuna doğru devletin kültür siyasetine koşut bir görünüm kazanmış olan yöresellik, ikincisiyse kompozisyon ressamlığıdır. Müstakiller Grubu’ndan Ali Avni Çelebi ve Zeki Kocamemi’nin öncülüğünü yaptıkları kunt ve sağlam biçimcilik, Cemal Tollu’nun yapıtlarında kübist bir aşamada değer kazanmıştır. Ancak bu, Batı’da Cezanne‘ın belirttiği ilkeler doğrultusunda Picasso ve arkadaşları tarafından yüzyılın başlarında geliştirilmiş olan kübist estetiğin aktarılmasından kaynaklanmaz. Tollu’daki yapısal sağlamlığın kökeni, daha çok Anadolu Hitit sanatıyla ilgilidir. Onun resimlerini süsleyen yöresel figürler, taş üstüne oyulmuş Hitit tanrılarının duruşlarını akla getirir. Ankara’da Opera binasının girişindeki antik konulu duvar freski kadar Okuyan Köylü Kadınlar’ı, Muğla pazarındaki köylülerin yaşamlarını konu alan bir dizi çalışması, Hatay’da Portakal Bahçesi ve özellikle 1940 yıllarında yaptığı başka resimleri, Ankara Arkeoloji Müzesi’ndeki görevi sırasında bilinçaltına işlemiş olan arkaik çizgileri düşündürür.
Cemal Tollu, Leger, Lhote ve Grommaire resminin biçimci tasalarıyla, bu çizgiler arasında doğal bir benzerlik yakalamış ve Paris’te görmüş olduğu sanat eğitiminin ilkeleriyle yöresel Anadolu kültürü arasında zorlamasız bir özdeşlik kurmuştur. Gözü de gönlü de doğadaki görüntülerde ve gerçek yaşamın değişken sahnelerindeydi. “Sanatta değişmeyi istikametlerde değil, tekâmül merhalelerinde, bilgi ve tecrübeyle artan bir yaşatma gücünde” aradığını öne süren çağdaşları, yakın arkadaşları haklıydılar. Ahmet Hamdi Tanpınar Cemal Tollu’nun resmi için ilk akla gelen niteliğin “sıhhat” olduğunu öne sürüyordu. Gerçekten de Cemal Tollu’daki heykelsi formların temelinde biçimciliği yatay ve dikey çizgilerin uyumunda, hacimsel tasarımda gören bir anlayış, bütün yaşamı boyunca egemen olmuştur. Cemal Tollu, bu anlayışı sanatının geçirdiği evrimle bağlantılı olarak, herhangi bir kesilmeye meydan vermeden, inançla uygulamıştır.
Cemal Tollu eserlerinden örnekler

Boğazda Tekne

Çoban ve Kadınlar, 135 x 185 cm, 1965
Adem Yavuz kimdir?

Füreya Koral kimdir?

“Sanatı müzelere hapsetmek yok!” diye yola çıkan, seramiği üretmekle kalmayıp yaşam biçimi haline getiren, Türkiye’nin ilk seramik sanatçısı Füreya Koral’ın hayat hikayesidir…
Ölüm yıl dönümü anısına, sevgili Füreya Koral'ın biyografisini bir kez daha okuyalım...
*
Seramik alanında bir eserin kime ait olduğunu, bir dizide hangi oyuncunun oynadığını söylediğiniz kadar kolay söyleyebilir misiniz? Tabii seramikle ilgileniyorsanız başka.
Bugün, bir Cumhuriyet kadını olarak kalbinin ve becerilerinin izinden giden Füreya Koral’ın doğum günü. Toplum yararına bir şeyler yapma isteğinin cevabını bulması yıllar sürmüş ve ölümcül bir hastalıktan geçmeye mal olmuş. Sonunda da adını sadece ülkesine değil, tüm dünyaya duyurmuş. Tıpkı Atatürk’ün ondan beklediği gibi çok çalışmış ve memleketine faydalı olmuş.
Onu okudukça ve tanıdıkça daha da bağlanmak istiyor insan yeteneklerine. Füreya Koral, kaybettiği çocuklarının acısını dindirmenin yolunu buldu belki de. Belki daha çok annenin çocuğuna yardımcı olmanın bir yolunu buldu; ona sanatını öğretti.
İyi ki doğdun ve kendi ruhunun izini sürdün Füreya Koral…
Dilerim doğru yoldan sapmadan biz de bunu başarırız…

(Şakir Paşa Konağı)
Çocukluğu
Füreya, 12 Haziran 1910, Büyükada bulunan Şakir Paşa Konağı’nda, Hakiye Hanım ve Emin Bey’in biricik kızı olarak dünyaya geldi. Hakiye Hanım, bir Osmanlı Paşası, Şakir Paşa’nın kızıydı. Emin Bey ise, Kurtuluş Savaşı’na katılacak olan, Atatürk’ün silah arkadaşlarından Emin Koral Paşa idi.
Füreya, soylu bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmişti. Bir konakta, hiçbir maddi sıkıntı çekmeden süreceği biri hayata açmıştı gözlerini; şanslıydı. Ne isterse istesin, ulaşabileceği mesafedeydi…
Şakir Paşa Konağı’nın küçük çocuğuydu Füreya. Bu konak, ailedeki her canı sanki kendisi doğurmuşçasına sahipleniyordu her bireyini Füreya’ya göre; yıllar sonra bu durumu böyle değerlendirecekti. O dönem bazı Osmanlı aileleri, sarayın baskısından kurtulmak için Büyükada’ya yerleşiyordu. Füreya’nın ailesi de adaya böyle yerleşmişti. Yakın akrabalar bir arada, bu yeşillikler içindeki konakta koşturarak büyüdü Füreya…

(Soldan sağa: Aliye Berger, Fahrelnissa Zeid, Robert Trainer, Şirin Devrim, Hakkiye Koral ve Füreya)
Üç katlı, görkemli bu konak, bir camii ve kilisenin ortasındaydı. Yani her iki kültürden de kazanımlar edinerek büyüdü Füreya. Bir gün seramiğe gönül verip kendini sanata adadığında bunu daha iyi anlayacaktı. Füreya, kendi deyimiyle, “Osmanlı laleleri, karanfilleri ve söğütlerinin, Kütahya yeşilinin, kiremit kırmızısının, hele de Akdeniz turkuazının tutsağı” idi. Tüm ailenin yaşam tarzı ve sanata bakışı, bu konaktaki yaşam ile şekillenmişti…
Boşuna değildi sanata düşkünlüğü; ailede o kadar çok sanatçı vardı ki. Üstelik ünlülerdi de. Büyükbabası, tarih yazarı ve ödüllü bir fotoğrafçı olmasının yanında aynı zamanda çini ve sermaikle de ilgiliydi. Seramiğe ilgisi belli ki ondan genlerine kodlanacaktı. Halikarnas Balıkçısı olarak tanıdığımız Cevat Şakir Kabaağaçlı da Füreya'nın dayısıydı. Gravür sanatçısı Aliye Berger, aktris Şirin Devrim, ressam Fahrünissa Zeid gibi birçok isimle aynı gendendi...
Eğitim hayatı
Özel dil dersleri, sanat dersleri derken, Füreya bir küçük hanımefendi olmuş; gönlünü sanata kaptıran bir hanımefendiye dönüşmeye hazırlanıyordu.
Bir kaza sonunda Şakir Paşa’yı kaybettiler. Tam bu sırada I. Dünya Savaşı da patlak vermişti. Tüm ülkenin huzursuzluğu, elbette konakta da hakimdi. Şakir Paşa’nın ailesi, böyle bir dönemden sanatla geçti. Sanatla yeniden doğdular.
Bir porselen bebek edasında pamuklara sarmalanıp büyütülen Füreya, birçok konuda özel öğretmenlerden dersler almaya başlamıştı. Eğitim, bu aile için her şeyden önemliydi. 1927’de, ailesinin gözbebeği güzel bir genç kız olarak Notre Dame de Sion Kız Lisesi’nden mezun oldu.
Hemen ardından ailecek kararı İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde karar kıldılar. Bu dönemdeki en büyük tutkusu da keman çalmaktı. Hemen keman dersleri başladı. Özel dersini daha sonra teyzesi Aliye Hanım ile evlenecek olan Macar Prof. Charles Berger’den alıyordu. İyiden iyiye keman çalmaya başlamıştı Füreya. Bu güzel eller kemana yatkındı; ancak şimdilik. Bu eller bir gün seramiklere adeta can vereceğinden habersiz, bugün keman çalıyordu. Bir dönem müzik eleştirileri ve çevirileri yaptı.
Prof. Berger, Füreya’ya sanatta mükemmeliyeti, ödün vermemeyi öğretmişti. Dürüst olmak, namuslu kalmak sanat için önemliydi.
Atatürk’ün anı defterine yazdıkları
İlk gençlik zamanları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında geçiyordu. Atatürk ve Latife Hanım’ın evine yaptıkları ziyaret sırasında Füreya, gencecik bir kızdı. Onlara kemanıyla konçerto çaldı. Sadece elleri değil, heyecandan tüm bedeni titriyordu. Tek solukta çaldığı konçertonun ardından anı defterini Atatürk’e uzatarak ondan bir şeyler yazmasını rica etti.
Şöyle yazmıştı Atatürk, Füreya’nın anı defterine: “Füreya hanım görüyorum ki, siz çok çalışkan bir insansınız. Millet sizden çok şey bekliyor. Siz çalışmalı ve bir şeyler vermelisiniz memlekete” (M. Kemal Atatürk)
Füreya, defterinde yazılı bu övgü dolu sözlerden sonra tüm ömrü boyunca ne yapması gerektiğini aramaya başladığı, o ilk lezzetli anı yaşıyordu. Atatürk, onu beğenmekle kalmamış; ona güvenmişti de…

Genç ve zor zamanlar
“Ama mantık ne zaman sevginin eseri olmamış ki?” diye soruyordu Füreya romanında Ayşe Kulin…
Böylesine görkemli başlıyor diye böyle gitmeyecekti ya! Hem parıltılar sonsuza dek sürerse de insan mutlu olamazdı. Acıyı tatmadan, mutlu anların kıymeti bilinmezdi elbet. Füreya’nın da acıları oldu; boyunu aşan, büyük acıları…
İlk evliliğini bir çiftlik ağasıyla yaptığında henüz gencecikti. Bu evlilik 2 yıl sürdü. Füreya, bu 2 yılda, 2 kez bebeğini kaybetti. Tarifsiz acılar yaşıyordu…
Biten evliliğinin üzerine baba evine dönen Füreya, dipsiz bir kuyuya düştüğünü hissediyordu. Evlilik denen karar onu bir kuyuya itmiş ve hayatında kocaman acı dolu bir boşluk bırakmıştı.
Ama bu boşlukta daha fazla debelenemezdi. O, bir Cumhuriyet kadınıydı. Sanatla ilgiliydi, birkaç dil biliyordu; işe yarayacağı çok şey yapabilirdi. Ama bir yandan da yerini dolduramadığı bir boşluk vardı içinde; içini yakıp kavurmadığı tek bir saniye bile yoktu: Evlat acısı!
Bir şeyler yapmalıyım diye düşünürken, evlat acısı kısmını yeğeni Sara ile dindirmeyi denedi. Sara, ona çok iyi gelmişti. Sanattan arta kalan tüm zamanlarını ona adadı. Onu daha sonra resmen nüfusuna da geçirecekti. Hatta onun çocukları Sera ve Mehmet’e de zamanı geldiğinde gözü gibi bakacak; anne olamayışının kanayan yarasını böyle hafifletecekti…

Büyük acıların üstüne ikinci evlilik
Füreya, ikinci evliliğini, 1935’teMilletvekili Kılıç Ali ile yaptı. Kılıç Ali, Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından biriydi.
Bu evlilik ile Füreya, Atatürk’e daha yakın olmaya başlamıştı. 3 sene sonra onu kaybedene kadar hep bir arada olmaya devam ettiler. Sonra da İstanbul’a taşınacaklardı. Bir yandan da anı defterine yazdığı cümleleri düşünüyordu. Sorumluluklarının bilincindeydi. Ancak henüz doğru adımın ne olduğunu kestiremiyordu. Daha zamanı vardı demek…
Bu arada bu evlilik ona iyi gelmişti. Bir sonu vardı; ama onun da zamanı vardı. Füreya, eşinin oğlu Altemur’a iyi bir anne olmuştu. Özellikle kültürlü ve sanatkâr ruhlu bir çocuk olması için çabalıyordu…

Hayatının amacına veremle kavuştu
Bazen kötü olaylar, bize iyi olanı sunmak ve onun değerini bilmemizin istenildiğini göstermek için başımıza gelir.
Füreya’nın hayatında iyiye vesile olacak o olay ise bir hastalıktı. Füreya verem olduğunu öğrendiğinde 37 yaşındaydı ve eşi, onu çoktan tedavisi için İsviçre’ye göndermişti. Burada 2 sene kaldı ve kesinlikle kolay zamanlar değildi.
Hayatta ne yapmak istediğini hala bulamamış olmanın ıstırabını yaşarken, şimdi de hastanedeydi ve ona göre bu hiç adil değildi. Bir gün Aliye Teyzesi ona oyalanması için plastik hamurlar getirdi. Burada o kadar sıkılıyor ve sıkıldıkça düşünüp o kadar kısır döngüye giriyordu ki, bu plastik hamurları reddedemedi. Hamura ilk dokunduğunda, hayatını başarı ateşine verecek o, ilk kıvılcımdan habersizdi.
Çok geçmeden içinde onu dürtüp duran, uyanmak isteyen tutkunun ne olduğunu bulmuştu. Füreya hemen resim, yontu, seramik dersleri almaya başladı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenmek, bilgiyle dolup taşmak istiyordu. Derslerden sonra seramik üzerine kitaplar aldırttı. Artık onu mutlu eden şeyin farkındaydı ve bu mutluluğu herkesle paylaşmalıydı…
Peşini bir ömür bırakmayacaktı. Bu sanatoryum ona sadece sağlığını değil, hayatının mesleğini de kazandırdı. Türk seramikçiliği de Füreya’ya kavuşuyordu…

Füreya Paris’te
Artık sağlıklıydı ve seramikle ilgili bilgilere açtı; eserler de vermek istiyordu. Ancak bir pürüz vardı: o zamanlar ülkede seramik sanat olarak değerlendirilmiyordu. Füreya da seramiğe değer verilen bir yere gitmeliydi; Paris’e…
Ünlü seramik sanatçılarından Fransız Serre sayesinde Paris’te bir atölye bulmuştu. Burada çamurlu elleriyle kendini ne çok seviyordu. Füreya istiyordu ki, onun yaptığı çini tabakta en fakir ev yemek yesin. Çiniden bir evin ihtiyacı olan her şeyi yapsın. Zengin, fakir her insan, dünyanın neresinde olursa olsun, onun ürettiği ürünleri kullansın. O sanatını bir müzeye hapsetmek değil, insanların hayatlarında yaşatmak istiyordu…
Aşkla yürüttüğü bu yoğun çalışma elbet ona başarı olarak döndü. Bakış açısı mükemmeldi. Doğu Batı kültürünü sentezlemede mükemmeldi. Belki kendisinin bu durumu keşfetmesi yıllarını almıştı; ama Füreya, seramik sanatı için dünyaya gelmişti. 1951’de, Paris’te, ilk kişisel üç boyutlu resim sergisini açtığında eleştirmenler, aynen böyle düşünüyordu.
Aynı yıl İstanbul’a döndü ve ilk sanat galerisi Maya Sanat Galerisi’nde ikinci kişisel sergisini açtı. Bu Türkiye’nin gördüğü ilk seramik sergisiydi ve bunu başaran bir kadındı. Sanatla harmanlanmış, sanata karışmış bir kadın…
Bu sergileri devam ettirdi ve Füreya, Türkiye ve yurt dışında toplamda 32 sergi açtı. Yaşadığı dönem için mükemmel bir rakamdı…

Türkiye’deki ilk seramik atölyesi
Her şey çok hızlı ilerliyordu. yıllarca yapmak için düşündüğü şeyi bulmuştu ve hızını alamıyordu. 1951 yılına ne çok şey sığdırdı. Evinde, iki küçük bölmeden oluşan Türkiye’nin ilk seramik atölyesini kurdu. Durmadan üretiyor ve öğretiyordu. Alev Ebüzziva, Bingül Başarır gibi özel isimleri, bu atölyede yetiştirdi.
Bu sırada hastalığı tekrar nüksetti ve riski çok yüksek bir ameliyata girdi. Tüm o büyük risklere rağmen hayattan bir şans daha kazanmıştı ve bu sefer daha çok üretmeliydi. Daha rahat nefes alıyordu ve aldığı her güzel nefesin de hakkını vermek istiyordu.
Seramiğe daha fazla sarılmalıydı; buna yürekten inanıyordu. Artık sadece seramik için yaşıyor gibiydi. Öyle ki, yatağını bile seramik fırının yanına taşımıştı…

Başka iklimlerde seramik sanatı
Kimisi dünyayı bisikletle gezeceğini hayal eder; kimisi bunu gerçekten yapar. Füreya’nın hayalinde bisiklet gibi seni bir yerden başka yere fiziksel olarak götürme yetisi olan bir araç yoktu belki; ama o, seramiğe kattığı ruhla her yerde hissediyordu.
İlk kazanımlarından sonra seramiği başka iklimlere taşımaya başladı. Ahmet Hamdi Tanpınar böyle tanımlamıştı Füreya’nın seramik aşkını; başka iklimlere taşımak…
Füreya, ilk çalışmalarında Mevlevi dervişlere, seyyahlara uzanmıştı. Daha sonra Hitit motifleri işlemeye koyuldu. Sınır tanımıyordu. Kim olduğunu ve ne istediğini biliyordu artık ve bunun için çok çalışmalıydı. Kazandığı bir burs ile Güney Amerika’ya gitti. Burada Aztek ve Maya kültürünü inceleme fırsatı da buldu. Döner dönmez eserlerinde bu incelemelerin de sonucu doğacaktı.
Tutkulu seramik çalışmalardan sonra
Her güzel şey, başka bir şeyi insanın hayatından götürmek zorunda mıydı? Çok sevdiğimiz doğrularımız, yanında bir başka doğruyu da barındıramaz mıydı?
Füreya’nın eşi, Atatürk’ün ölümünden sonra içine kapandı. Tam bu sırada Füreya da seramiğe olan yatkınlığını ve onu ne çok seveceğini keşfetmişti. Bu keşif zamanla bağlılığı ve eşinin rahatsızlık duyacağı çevreyi de getirmişti.
Bir gün eşi, Füreya’ya sordu: “Ben mi seramik mi?”
Nedense Kılıç Ali’nin, akşam yemeğinde lokmasını ağzına götürürken vazgeçip, çatalını tabağına bırakıp sessizliğini bozduğunu ve bu soruyu sorduğunu hayal ettim… Cevabı ise yıllardır kimliğini arayıp bulan karısı Füreya’dan kararlı bir şekilde geldi: “Seramik!”
Ayrıldılar. Füreya, artık tek aşkı, sanatıyla tutku dolu bir beraberlik yaşayacaktı…
Eserleri ve ödülleri
Füraye için seramik kendini ifade etmek demekti. Siz baktığınızda sıradan bir süs eşyası ya da görkemli bir sanat eseri görebilirdiniz; ama onun dünyasındaki karşılığı her şeye bedeldi.
Zamanla etrafımızda gördüğümüz birçok yapıda da onun izleri oluşmaya başladı. Örneğin, İstanbul Marmara Oteli’nin lobisindeki duvar panosunu 1960’ta yapmıştı. Ankara Ulus Çarşısı’ndaki duvar panolarını 1962’de, İstanbul Divan Otel’deki duvar panosunu ise, 1969’da…
Bunlar sadece yüzlerce binlerce eseri arasında birkaç örnekti. Bir de sanatı için Türkiye’de ve yurt dışında aldığı ödüller vardı. Fransa’da düzenlenen Cannes Uluslararası Sergisi’nde Gümüş Madalya; Çek Cumhuriyeti’nde düzenlenen Prag Uluslararası Sergisi’nde Altın Madalya; İstanbul Uluslararası Seramik Sergisi’nde Gümüş Madalya aldı. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Ödülü, Wahington Smitjsonian Enstitüsü Ödülü gibi birçok ödüle layık görüldü…

Füreya Koral öldü
“Türk sanatının bütün bir köşesini dolduran büyük ve feyizli bir mevsime benzer. Yeri belki de hiç doldurulmayacak kadar özel bir mevsimdir Füreya” diyordu Ahmet Hamdi Tanpınar.
Son eserinde, insanlığın yalnız kalmışlığını ve dejenere olmuş halini, içi boş, gözlerinde ve vücudunda açılmış derin boşluklarla anlatıyordu Füreya. 85 yaşındaydı.
Yaşlanmıştı; ancak gururlu bir yaşlıydı. Biliyordu ki, yetiştirdiği her bir Füreya, yeryüzünde yaşamaya devam edecekti. Kuşkusuz bunun rahatlığıyla, Füreya Koral, 1997’nin bir yaz gününde, (26 Ağustos), hayata gözlerini kapadı. Muhtemelen üzüldüğü tek şey bir daha seramik yapamayacak oluşuydu. Ama eminim, seramik de en az onun kadar üzgündü. Böylesine tutku duyduğunuz şey cansız bir nesneyse bile, insan buna inanmak istiyor.
Füreya, şu anda, Şakir Paşa’nın Büyükada’da yaptırdığı Müslüman Mezarlığı’ndaki aile kabristanında, umarım huzurla uyuyor. Tutkularının peşinden koşmak uğruna yalnızlığı göze aldı diye düşünürken çoğalarak büyüyen, yücelen, bir sanatsever Füreya Koral geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Yazı: Damla Karakuş
Muzaffer İzgü kimdir?

1933 Adana doğumlu olan sanatçı, Türkiye’nin en çok okunan gülmece, genç ve çocuk kitapları yazarlarındandır. Diyarbakır Öğretmenokulu’nda okudu, burayı bitirdikten sonra çeşitli yerlerde öğretmenlik yaptı. 1978 yılında emekli oldu. İlk yazılarını 1959 yılında Aydın’da yayımlanan Hüraydın Gazetesi’nde yayımladı. Küçük öykü ve röportajlar derleyen İzgü, 1964 yılından itibaren yazarlığını Demokrat İzmir Gazetesi’nde sürdürdü. Bu gazetedeki köşesinde her hafta bir öykü yayımladığı gibi gülmece dergisi Akbaba’da da öykülerini yayımladı. İstanbul’da çıkan Milliyet ve Akşam gazetelerinde röportajları yayınlandı. Zamanla tiyatro oyunu yazmaya yönelen İzgü, özel tiyatrolarda oynanan, radyolarda yayınlanan oyun ve skeçleriyle ün yaptı. Yazdığı ilk oyun, Nejat Uygur için yazdığı İnsaniyettin’dir. Zıkkımın Köküile Ekmek Parası adlı eserlerinde kendi yaşam öyküsünü ortaya koydu. Zıkkımın Kökü, 1992’de filme aktarıldı. Sanatçı 26 Ağustos 2017'de aramızdan ayrıldı.
Edebi Kişiliği:
Mizah yazarlarındandır. Çeşitli ödüller aldı.
Hikâye ve romanlarında köy-kasabalardan şehre göçün doğurduğu sıkıntıları mizahi bir tarzda yazdı.
Mizahi öğelerden yararlanarak toplumun aksayan yönlerini anlatmıştır.
Taşlama ve yergi arası öyküler yazmıştır.
Kişileri halkın konuştuğu gibi konuşturmuştur.
Önemli romanlarından biri olan Zıkkımın Kökü, 1992’de filme aktarılmıştır.
Eserleri:
Roman: Gecekondu, İlyas Efendi, Kasabanın Yarısı, Halo Dayı ve İki Öküz, Üç Halka Yirmi Beş, İt Adası, Dilber, Matador Mahmut, İçimde Çiçekler Açınca, Anadolar, Zıkkımın Kökü
Öykü: Bando Takımı, Donumdaki Para, Deliye Her Gün Bayram, Sen Kim Hovardalık Kim, Her Eve Bir Karakol, Dayak Birincisi, Devlet Babanın Tonton Çocuğu, Lüplük Makinesi, Çanak Çömlek Patladı, Azrail Nasıl Rüşvet Yedi, Orta Direği Yıkan Ayı, Devletin Malı Deniz
Çocuk Kitabı: Ekmek Parası, Bülbül Düdük, Çizmeli Osman, Pazar Kuşları, Uçtu Uçtu Ali Uçtu, Güldüren Uçurtma