Unutma: Bugün 11 Mart. Ömer Seyfettin, Metin Eloğlu, İlhan Selçuk, Battal İlgezdi, Sezai Alioğlu ve Gülse Birsel'in doğum günleri.
Ömer Seyfettin kimdir?
Ömer Seyfettin, 11 Mart 1884 tarihinde Balıkesir'in Gönen ilçesinde dünyaya geldi. Eğitim hayatına ilk olarak Gönen'de bir mahalle mektebinde başlayasn Ömer Seyfettin, babasının askeri görev tayini olması sebebiyle İstanbul'a geldi. Burada Mekteb-i Osmaniye ve Askeri Baytar Rüştiyesi'ni bitirdi. Ardından Kuleli Askeri İdadisi, Edirne Askeri İdadisi ve Mekteb-i Harbiye-i Şahane okullarından mezun oldu.
İlk defa Mecmua-i Edebiye dergisinde yazdığı şiirler yayımlandı. 1903 yılında Makedonya'da çıkan bir karışıklık üzerine özel bir hakla okulundan imtihansız mezun olmuştur.
Mezuniyetinin ardından piyade asteğmen rütbesiyle merkezi Selanik'te yer alan Üçüncü Ordu'nun Redif Tümeni'ne bağlı Kuşadası Redif Taburu'na atandı. 1906'da ise Jandarma Okulu'nda öğretmen olarak atanan Ömer Seyettin, İzmir'de çeşitli edebi faaliyetlerde bulunan genç bir kitleyle tanışma fırsatı yakaladı.
Görevlendirdiği Selanik ve Balkan ülkelerinin ardından 1913'te İstanbul'a döndü. 23 Ocak 1913'te Enver Paşa komutasındaki Bab-ı Ali Baskını'nda görevlendirdi ve bu savaşın ardından askerliği bırakarak yazarlık ve öğretmenliğini sürdürdü.
6 Mart 1920'ye kadar geçen süreçte birçok zorlukla karşı karşıya kalan Ömer Seyfetin, 10 kitap ve 125 hikaye yazdı.
25 Şubat 1920'de hastalığı arttınca 4 Mart 1920'de hastaneye kaldırıldı ancak 6 Mart 1920'de tarihinde hayatını kaybetti. Ölüm sebebi olarak da şeker hastalığı tespit edildi.
İlhan Selçuk kimdir?
İlhan Selçuk, (d. 11 Mart 1925, Aydın – ö. 21 Haziran 2010, İstanbul) Türk gazeteci, yazar. Düzenli gazetecilik kariyerine 1961'de Akşam'da başladı; aynı yıl Tanin'e oradan Vatan'a geçti; ertesi yıl Nadir Nadi'nin çağrısı üzerine Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladı. İlhan Selçuk, 12 Mart Muhtırası'ndan sonra "9 Mart Cuntası" içerisinde yer almak savıyla tutuklandı ve Ziverbey Köşkü'nde işkence gördü.
21 Mart 2008 tarihinde saat sabah 04:30 sıralarında Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alındı ve iki gün sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 21 Haziran 2010 tarihinde ölen yazar, Hacıbektaş ilçesindeki "Yıldızlar Mezarlığı"na defnedildi.
İlhan Selçuk, 1950'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Avukatlık, matbaacılık, dergi ve gazetelerde yazı işleri müdürlüğü yaptı. İlk yazıları 1952 yılında 41 Buçuk isimli mizah dergisinde çıktı. 1963 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Karikatürist Turhan Selçuk'un ve Mengü Ertel'in eşi Ülfet Ertel'in kardeşidir.
İlhan Selçuk 12 Mart Muhtırası'ndan sonra, 9 Mart 1971 darbe teşebbüsüne katılan Milli Demokratik Devrimcilerden olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı.12 Mart 1971 muhtırasına giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı Devrim (gazete)si etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesini yapan Milli Birlik Komitesi'nin gerçek lideri Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun da bulunduğu önesürülen "Milli Demokratik Devrimciler", o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek ulusçu-devrimci yöntem olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefeti savunuyorlardı.Devrim gazetesinin genel yayın yönetmeni Hasan Cemal çok sonraları anılarını anlattığı Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim adlı kitabında o zamanki maksatlarının "ulusalcı" subayları ikna ederek onlarla birlikte Şubat-1917'de Rusya'da yapılmış olan bolşevik devrim öncesi askeri darbe benzeri bir "Milli Demokratik Devrim" yapmak olduğunu yazdı.
1971’de Oktay Kurtböke ile beraber sıkıyönetim mahkemesinde yargılandı. Selçuk, 12 Mart döneminde "Ziverbey Köşkü"nde yaşadığı sorgulama günleri üzerine açıklamalar yapmayı düşünmediğini belirtse de daha sonra burada yaşadıklarından yola çıkarak köşkün adını taşıyan bir kitap yazdı. Kitapla birlikte Ziverbey Köşkü’nün işkence iddiaları ilk defa anlatılmış oldu.
Selçuk, Köşk’teki işkence iddiasını ifadesinin içine akrostiş yöntemiyle gizlice yerleştirmişti, yazdığı her cümlenin sondan ikinci kelimesinin baş harfi yukarıdan aşağı sıralandığında "işkence altındayım" cümlesi çıkıyordu.
Yazar, Ziverbey Köşkündeki "ilişki ağı" konusundaki bir soruyu şöyle yanıtlamıştır: "Erenköy Köşkü Cevdet Sunay-Memduh Tağmaç-Faik Türün cuntasının işkence merkeziydi. 12 Mart yapısı içinde özel bir yeri vardı. Çünkü 1. Ordu'nun bulunduğu İstanbul bölgesinde Faik Türün, kendi yetkilerini kullanarak özel operasyonlar yaptırabiliyordu. Basın da İstanbul'da olduğuna göre, burada yaşandı birçok şey. İnsanlar tutuklanmaya, gözaltına alınmaya, kovuşturulmaya başlandı, davalar birbirini izledi. Bu karmaşa içinde aydınlık olan şudur: 12 Mart döneminde Erenköy'de, Ziverbey'de Zihni Paşa Köşkü diye anılan (ya da Ziverbey Köşkü) yerde Faik Türün ve (1991 yılında bir Dev-Sol militanı tarafından öldürülecek olan) Memduh Ünlütürk buyruğunda bir işkence merkezi kurulmuştur. Bu işkence merkezinde de birçok aydın tezgahtan geçirilmiştir." Selçuk, kitapta yaşadığı işkenceyi şöyle anlatıyordu:
“Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmışlar, çoraplarımı çıkarmışlardı. Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti. Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum. Öyle bir an geldi ki, bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Bir yağ mı sıvı mı sürüyorlardı tabanlarıma sonra sopa inip kalkmaya başladı. Kendimi acıya katlanabilir sanırdım (...) ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz (...) Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan. Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun. Önce hırıltı başlıyor, ardından feryada dönüşüyor, hayvanlaşıyorsun. Olayın bir de ruhsal yanı var ki, bedensel acının üstüne biniyor. Kendini aşağılanmış olarak görüyorsun..."
Yazarın 1995 senesinde yapılan heykeli Kadıköy'deki Özgürlük Parkı'nda bulunmaktadır Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK) kurucu üyesidir.1997 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. İlhan Selçuk, 21 Mart 2008 günü saat sabah 04:30'da Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındı. Selçuk'la birlikte gözaltına alınanlar arasında[8] İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, eski İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Ferit İlsever, Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhat Bolluk ve gazeteci Adnan Akfırat da bulunmaktaydı. İlhan Selçuk, 22 Mart'ı 23 Mart 2008'e bağlayan gece, saat 01:30'da serbest bırakılmıştır.
14 Ağustos 2009 günü, rahatsızlanarak Vehbi Koç Amerikan Hastanesi Yoğun Bakım ünitesinde tedavi altına alınmış beyin damar tıkanıklığına bağlı olarak kısmi felç geçirdiği saptanmıştır. 10 gün yoğun bakım ünitesinde tedavi gören Selçuk, 24 Ağustos 2009 günü yoğun bakımdan çıkmıştır. 21 Haziran 2010 günü çoklu organ yetmezliği nedeniyle 13.35'te hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine Nevşehir'in Hacıbektaş İlçesi'nde ağabeyi Turhan Selçuk’un yanıbaşında toprağa verildi.
Metin Eloğlu kimdir?
Emrullah Güney'in çizimiyle Metin Eloğlu...
Tam adı Mehmet Metin Eloğlu olan şair, Hasan Efendi ile Nahide Hanım’ın ilki daha bebek iken vefat eden üç çocuğundan sonuncusu olarak 11 Mart 1927’de İstanbul Çamlıca’da doğdu. Babası Hasan Efendi, Sinop’un Boyabat kazası Perçincik köyünden olup, ilk eşini ve kızını köyde bırakarak yirmi yaşında İstanbul’a gelmiş, Şehzade Yusuf İzzettin’in yanında bahçıvanlık vazifesinde bulunmuştur. Şairin annesi olan Nahide Hanım’la da bugünlerde tanışmış ve ikinci evliliğini gerçekleştirmiştir. Nahide Hanım’ın Türkçeyi güzel kullanmasının ve kendisine çocukken anlattığı masalların, şairin dil zevkinin oluşumunda ve dil becerisinin gelişiminde önemli bir katkısı vardır. Hatta daha okula başlamadan okuma-yazmayı annesinden öğrenmiştir. Eloğlu, ilk öğrenimini Bulgurlu ve Kısıklı’daki okullarda tamamladı. Daha sonra Üsküdar’daki Sultantepe Ortaokulu'na devam etti. Buradaki öğrenimi sırasında kendisine edebiyatı öğretecek ve sevdirecek şair hocaları oldu. Okul müdürü İsmail Hilmi Soykut’tan klasik edebiyat bilgisini ve yedinci sınıftayken derslerine girmeye başlayan Sabahattin Kudret Aksal’dan ise yeni şiir anlayışını öğrendi. Şiir sevgisi kendisini, özellikle, Aksal’a yakınlaştırmış ve iyi şiiri tanımasında hocasının önemli etkisi olmuştur. Ortaokulu bitirdikten sonra aktör olmak arzusuyla Ankara’daki konservatuvara gitmek istese de ailesi buna izin vermez. Bunun üzerine 1943 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. Fakat bir dedikodunun yol açtığı siyasi dava dolayısıyla buradaki öğrenimi ikinci yılından sonra kesintiye uğradı. İki ay tutuklu kaldığı davadaki suçsuzluğu anlaşılsa da okuldan kaydı silindiği için 1947 yılına kadar ancak misafir öğrenci olarak okuyabildi. Aynı yıl askere gitti. Aldığı cezalar yüzünden askerliğini beş yılda tamamladı. Askerlik sonrası 1952’de, Belediye Bahçeler Müdürlüğü'nde vazifeli olan babasının yardımıyla Yıldız Bahçeler Müdürlüğü'nde yazıcı olarak işe başladı. Fakat üç ay sonra buradan ayrıldı. Aynı zamanda ressam olan şair, resim ve dekoratörlük yaparak geçimini sağladı. Farklı illerde sergiler açan, ödüllü bir ressam olan Eloğlu’un şiir, öykü, eleştiri ve tanıtım yazıları ise 1940’lardan itibaren Servetifünun, Kovan, İstanbul, Söz, Varlık, Kaynak, Yaprak, Fikirler, Kervan, Yeni Dergi, Yeditepe, Seçilmiş Hikâyeler, Edebiyat Dünyası, Türk Dili, Pazar Postası, Dost, Yenilik, Değişim, Sosyal Adalet, Dönem, Papirüs, Soyut, May, Güney, Yeni Edebiyat, Değirmen, Beş Sanat, Akşam, Sanat Olayı, Köken, Kırk Bir Buçuk, Somut, Yeni Gazete, Ulus, Cumhuriyet, Milliyet gibi farklı dergi ve gazetelerde yayımlanmıştır. Ayrıca 1950’de Limasollu Naci ile üç sayı sürecek Yeni Dergi adlı bir yayın çıkarmıştır. 1960’lı yıllarda Mehmet Ali Aybar döneminde TİP’e üye olan Eloğlu, bazı eserleri yüzünden kovuşturmaya uğramış ve cezalar almıştır. Örneğin Şekispir imzasıyla Kırk Bir Buçuk adlı dergide çıkan “Demokrat Aile” başlıklı bir perdelik melodram bunlardan birisidir. "Aile müessesini tahkirden" yargılandığı dava sonrası aldığı ceza ertelenir. Yine Sultan Palamut adlı şiir kitabı daha basım aşamasındayken kovuşturmaya uğramış; “örf ve adatı tezyiften” ceza almışsa da bu cezası da ertelenmiştir. Sağlığında 12 şiir kitabı yayımlanır. Kitaplarına girmemiş, yarıda kalmış şiirleri, yine Eloğlu’nun sağlığında bir araya getirmediği öyküleri ve yazıları ölümünden sonra kitaplaştırılmıştır. Şiir kitaplarından Dizin, 1972 yılında TDK Şiir Ödülü’nü kazanmıştır. Ayrıca şair, Esin Afşar’a uluslararası ödül getiren “Gurbet Yorganı” adlı şarkının güftecisidir. Eloğlu’nun üç evliliği olmuştur. İlk eşi, bir röportaj vesilesiyle tanıştığı Güzin Ergur’dur. 1963’te nihayetlenen bu evlilikten Hasan ve Şiir ismini verdikleri iki çocukları dünyaya gelmiştir. Şairin ikinci evliliği Demokrat İzmir’de gazete ressamlığı yaparken tanıştığı Nur Türetken’ledir. Fakat şair bu evliliğini de 1970’e kadar sürdürebilmiştir. Sonradan kısa sürecek üçüncü bir evlilik daha yapar. Metin Eloğlu kanser tedavisi gördüğü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 11 Ekim 1985’te vefat etmiştir. Şiir, öykü, oyun, deneme, eleştiri türlerinde ürünler vermekle beraber ressamlığı da olan Eloğlu, daha ziyade şairliğiyle maruftur. Biyografik bilgilerden edindiğimize göre daha çocukluk çağlarında edebiyata, hassaten şiire ilgisinin uyanmasında ve bu ilginin gelişmesinde annesinden duyduğu güzel Türkçenin, masalların, tekerlemelerin, içe dönük kişiliğinin ve iyi şiiri tanımada yol açıcı olacak öğretmeni şair Sabahattin Kudret Aksal’ın önemli bir etkisi olmuştur. 1945’e kadarki çalışmalarında Mehmet Metin imzasını kullanan şairin ilk şiiri, İzmir’de çıkan Kovan dergisinde “Sabah Şarkısı” başlığıyla 1943’te yayımlanır. Eloğlu’nun farklı konakları olan bir şiir serüveni vardır. Dolayısıyla onun şiiri tek bir çerçeveye sığmaz. Aşama aşama farklılaşan bu şiirlerden ilk dönemkiler, Düdüklü Tencere başlığıyla 1951’de kitaplaştırılmıştır. Bu kitap, şairin bütün şiirlerinin değil, poetik kıstasla yaptığı bir seçimin ürünüdür. Kendi ifadesiyle de toplumsal içeriği olan ve humor niteliği taşıyan şiirlerden mütevellit bu kitapta, daha ziyade romantizmin öne çıktığı, saf, temiz tabiatın yüceltildiği ve sonuç itibariyle toplumsallık dokusu zayıf şiirler seçki dışı bırakılmıştır. Edebiyat çevrelerinden ilgi görmüş bu ilk kitap ve ardından yayımlanan Sultan Palamut, Odun kitaplarındaki pek çok şiir, içerik ve yapısal benzerlikleriyle bu ilk dönem şiirini oluşturmaktadır. Garip şiirinin kimi özelliklerini de yüklenmiş bu şiirler edebiyat çevrelerince -her ne kadar şairin kendisi kabul etmese de- Garip etkisinde hatta ona yeni bir soluk getiren şiirler olarak değerlendirilmiştir. Okuyucu kitlelerinin beğenileri, değer ve bilgi düzeyleri göz önünde bulundurularak yazılmış şiirlerin temalarını belirlemede ve işlenişinde seçkinci bir tavra yönelmemekle birlikte şair, şiirin başarısını en geniş kesimlerce anlaşılmaya indirgemiştir. Onun için de okuyucuyu yadırgatmayan, uzlaşımsal bir dil kullanımı peşinde olmuştur. Mısralar, konuşma dilinin doğallığına uygun düzenlenmiştir. Günlük dilin söyleyiş kalıpları, deyimler, argo bu dilin dokusu içindedir. Ayrıca yine Garip şiirinin bir özelliği olan öyküleyici anlatım ve mizahî üslup şiirlerde öne çıkmaktadır. İroni ve hicve de başvuran şair, yalın ve güçlü bir anlatım yakalama uğraşında olmuştur. Büyük ideallerin uzağında, günlük hayatın sıradanlığı içindeki insan, bütün doğallığıyla bu şiirlerin içindedir. Öyle ki toplumsal eşitsizliğin mağduru çevreleri zaaflarıyla da göstermekten geri durmamıştır. Bu yıllarda, şiirin toplumsal gerçekleri değiştirebilme gücüne inanan şair (Eloğlu 2010: 323), şiirinin kuruluşuna toplumcu söylemin imkânlarını açmıştır. Aşkı, sevgiyi dahi bu bağlamda ele alabilmiştir. Ancak bu şiirler, politik bir angajman işlevi yüklenmekten daha çok toplumsal sorunlara dair farkındalık uyandırmaya içkindir. Toplumsal yapıyı ekonomik, ahlâkî, kültürel, siyasi değerler ekseninde irdeleyen şiirler, bu yapının barındırdığı çatışma, karşıtlık ve çelişkileri göstermeyi odağına almıştır. Özellikle gecikmiş modernliğin yol açtığı toplumsal açmazlar alaycı ve iğneleyici bir dille sergilenir. Ortak ideal yokluğu ve toplumsallık bilincinin zayıflığı ayrıca şiirlerin alt-metnini oluşturmaktadır. Eloğlu’nun şiirinde esas kırılma -önceki kitaplarda izleri sezdirilmekle beraber- Horozdan Korkan Oğlan’da görülmektedir. Bu kitaptan itibaren dil ve anlatımda yeniliğe giden şair bu poetik değişime “Ta 1951’de yayınladığım Düdüklü Tencere’den sonraki betiklerim de -Sultan Palamut, Odun- belli bir dönemin çıkışlarıydı; o konakta pineklemem ya da oncalığı yinelemek için yırtınmam olacak iş miydi?” (E. Cansever’le röportaj) sözleriyle izah getirmiştir. Humor tarzı şiirde kalmayı “şairin aşama yasalarına aykırı” gören ve kalıplaşan şiirini değiştirmeye giden Eloğlu böylelikle şiirini, edebiyatımıza kök salıp gelişmiş II. Yeni şiirini çağrıştıran bir tarza ulaştırmıştır. Artık açıklayan değil, sezdiren bir şiir söz konusudur. Özü perdeleyen bir şiir anlatımı vardır. İmgesel anlatım, soyutlama, uzlaşımsal dilin uzağında kendi dilini kurma girişimi bu devredeki şiirlerin öne çıkan özelliklerindendir. Şiir dilindeki bu arayışını şöyle temellendirmektedir: “Türk dilinin gelişmesi için tüm olasılıkların denenmesinden yanayım bir; düşüncemi, duyarlılığımı şiirleyebilmek için kendime özgü bir yöntemi tutturmak gereğine inanıyorum iki…” (Eloğlu 2010: 335). Dile yeni imkânlar kazandırma misyonuyla dilin yapısını kurcalayarak yeni kelimeler türeten, alışılmamış bağdaştırmalarla yeni anlamlar üreten şair böylece kendi kurucu şiir dilinin egemenliğini yıkar. Dilsel sapmalar, ağız hususiyetleri şiirlerinde bolca gözlenir. Artık nesnel gerçeklik aynıyla değil, şairin zihni süreçlerinde dönüştürülerek aktarılmaktadır. Temalar daha ziyade bireysellik sınırları içine çekilmiş, şiirin estetik gücü ve farkındalığı dildeki arayışlara bağlanmıştır. Son üç kitabına aldığı şiirlerde uzlaşımsal dile yeniden yaklaşan şair, özellikle son dönem şiirlerinde az mısralı ama yoğun ve çarpıcı içerikli şiir peşinde olmuştur. Şairin dalgalanan duygu ve düşünce dünyasının ördüğü şiirlerde aşk, yaşama sevinci, umut, yoksulluk, maddiyat hırsı, ahlâkî düşkünlük, hürriyet ve eşitlik vurgusu, düzen ve geçmiş dönem eleştirisi, kent, köy, İstanbul, doğa, kadın, erotizm, aylaklık, yalnızlık, ölüm, karamsarlık gibi temalar kullanım yoğunluğu değişen düzeyde kendini göstermektedir. Söz sanatlarına dayalı yapmacıklıktan her daim kaçınmış şair, biçim bakımından şiirini, ölçü ve düzenli uyak kurallarına bağlamaz. Ancak geçmiş şiirin uyak birikiminden de kendince yararlanır (Yivli 2013: 201, 285). Yine şiirini kurmada farklılaşan dize yapıları kullanması şiirinin bir başka biçim özelliğidir. Eloğlu, ilk şiirini yayımladığı günlere yakın bir zamanda öykücülüğe de adım atmıştır. “Balıkçı Çocuklar Şehri” başlıklı ilk öyküsü 1944’te Servetifünun-Uyanış’ta yayımlanır. Ölümünden sonra kitaplaştırılacak bu öykülerde yazarın genellikle sıradan insanın hayatından kesitleri canlandırdığı; onların kimi zaman garipliklerini, sahipsizliklerini, kimi zaman arzularını, kimi zaman da suça meyilli kişiliklerini işlediği görülmektedir. İçerik yönüyle özellikle ilk dönem şiirlerini hatırlatan öykülerde ayrıca şiir dili de kendisini yer yer göstermektedir. Metin Eloğlu’nun kültür hayatımıza bir başka katkısı, deneme ve eleştiri alanındadır. Resim, şiir başta olmak üzere farklı estetik faaliyetler ve sanat üzerine düşünceleri, tanıtım yazıları çeşitli süreli yayınlarda yer bulmuş, ölümünden sonra bu yazılar kitaplaştırılmıştır.
Battal İlgezdi kimdir?
11 Mart 1959 tarihinde Malatya'da doğan Battal İlgezdi, İlkokulu Malatya'da okudu. Daha sonra ailesi ile birlikte İstanbul'a taşındı ve ortaöğrenimini burada tamamladı. Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nden mezun olan Battal İlgezdi, aile şirketlerinde görev alarak ticaret hayatına atıldı.
Öğrencilik yıllarında katıldığı siyaset yaşamını, 1984 yılında SODEP'de sürdürmeye başladı. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi saflarına katıldı ve yedi yıl İstanbul Ümraniye İlçe Başkanlığı görevini sürdürdü. Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyeliği, İstanbul İl Sekreterliği görevlerinde aktif siyaset yaptı ve çok sayıda sivil toplum kuruluşunda da görev aldı.
29 Mart 2009 Yerel Seçimlerine Cumhuriyet Halk Partisi’nden Ataşehir Belediye Başkan Adayı olarak katılan Battal İlgezdi, seçimi kazanarak yeni ilçe olan Ataşehir'in kurucu belediye başkanı oldu.
Ardından 30 Mart 2014 ve 31 Mart 2019 Yerel Seçimlerini de kazanan Battal İlgezdi, üç dönemdir Ataşehir Belediye Başkanlığı görevini sürdürüyor.
Evli olan Battal İlgezdi, Fransızca biliyor.
Sezai Sarıoğlu kimdir?
Sezai Sarıoğlu, 1950 yılında Ordu/Ünye'de doğdu. 1979 yılına kadar öğretmenlik yaptı. Politik faaliyetleri nedeniyle 12 Eylül Darbesi sonucu tutuklandı. 1983-88 yılları arasında çeşitli cezaevlerinde tutuklu olarak yaşadı. Yeni Öncü dergisinin yayın kurulundan sonra, Özgür Gündem gazetesinde çalıştı. Pencere Yayınları'ndan "Terspektifler" isimli denemeleri, Çiviyazıları'ndan "Doğusu-Batısı Olmayan Sözcükler" isimli ÇGH ve Musa Anter Ödülü alan söyleşi denemeleri yayımlandı. "Sonbahar", "Ludingirra" gibi dergilerde şiir üzerine yazıları ve şiirleri yayımlandı. Bir ara Öküz dergisinde "Şehir aşkiyasi" isimli yazılar yazdı. Söz ve V Özgürlük dergilerinde çalıştı. Yurt içinde ve değişik Avrupa ülkelerinde "Annemin Şarkı Sandığı", "Nehir Muhabbetler" isimli anlatı-dinletiler yaptı.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) kurucularından biri olan Sarıoğlu Parti Meclisi üyeliği de yapmıştır.
Kitapları
Doğusu Batısı Olmayan Sözcükler
Hapishaneden Mektuplar
Hapishaneden Şiirler
Hapishaneden Şiirler - Yedi Mavi Renk
Nar Taneleri - Gayriresmî Portreler
Aşk Dediğin Haram Olur
Bülent Uluer Anlatıyor: Çerkesim, Türküm, Kürdüm, Sosyalistim ISBN 9786054878512
Kurutma Kağıdı
Ödülleri
Behçet Aysan Şiir Ödülü (2017)
SEZAİ SARIOĞLU'NUN VEFA VE KALEM İNCELİĞİ ÖDEVİ
DOKSAN YAŞINA GİREN "NEBOŞ" PORTRESİ
Aydın Kaşkal çizimiyle Neboş...
Hem “geçmiş” hem de onun gölgesi “hatıralar”, zamanını doldurmuş yüksek siyaset erbabının ve bazı akademisyenlerin “oyalanma aracı” olarak işlev görüyor. Bu kadarla kalsa iyi, “hatıra naklinin”, siyaset yapmak olarak yürürlükte olduğu zorun sıratında günlerdeyiz. Geçmişten ders çıkarmak ve muhasebesini yapmak yerine, “Devrimden vergi kaçırmak!”, “Cevapları sorulardan”, “geçmişi, şimdiden ve gelecekten kaçırmak günümüzün geçerli marifeti! Bazen geçmiş geleceğin, bazen de gelecek geçmişin sularında ve sırlarında boğuluyor. Bazı cevaplarımız ölse bazıları yaralansa da, geçmişi ve geleceği mülk edinen bazı tabubaz’lar sol salim yollarına devam ediyor. Lakin, hâlâ sorulara söz hakkı olmayan bir iklimindeyiz. Şimdiki zaman, tarihin ve siyasetin yetimi, teorinin ve pratiğin öksüzü olmaktan henüz yakasını kurtaramadı. Her şeye rağmen, bazı insanlar ve bazı hatıralar bana nerede olduğumu söylemekle kalmıyor, bilincimin yere düşmemesini de sağlıyor.
Geçmiş demişken... Âh o çok sevdiğimiz kırmızı doğrularımız ve kırmızı yanlışlıklarımız! Âh o, suyun kaldırma kuvvetini bildiğimiz ama kandırma kuvvetini bilmediğimiz yıllar. Doğruya doğru; gözü ve sözü kara çocuklardık... “Gelecekte ne var?” diye bakmazdık; çünkü bilirdik. Masalları ve annelerimizi uyutup evden sokaklara kaçarak Devrim’e yatıya giderdik. Teorisi bol olsun, işin kolayına kaçarak özetin özeti olarak okunan, gerçekte zahmetli biri olan “rahmetli” Marx, mührünü miras olarak bizim siyasete bıraktığı için, Devrim bizden sorulurdu; başka siyasetler gölge etmesin yeterdi! Uçar koşar, uçar kaçar aşkıyalardık. Başımızı güzel belâlara sokan kalın kitapları koşarken gözucuyla okur, çıkmaz sokakta oturan komşu siyaseti “sol içi münazaralarda” mat etmek için alıntılar, dipnotlar, sayfa numaraları ezberlerdik... Her şey biz koşarken olurdu, gönül ucuyla bakarak, koşarken âşık olurduk. İçimizden âşık olurduk da dışımız bilmezdi; alıntı bakışlı, devrim bakışlı kızlar bilmezdi.
O zamanlar “uzak” diye bir şey yoktu. Garantili “gelecek” hemen yanıbaşımızda, yakınımızdaydı. “Otuz kuş” Simurg’un kanatlarına binip yedi vadiyi aşmaya ne gerek, geleceği elimizle koymuş gibi bulurduk. “Geleceği bilmekten başka suçumuz yoktu!” Birbirimize öyle yakındık ve iç içeydik ki, dışarıdan bakan bizi tek kişi zannederdi... Henüz sokaklardan, kitaplardan, devrimden, birbirimizden, kadrolardan, önderlerden ve kitlelerden zarar etmediğimiz, birbirimizin elinde ve evinde büyüdüğümüz yıllardı...
Dostoyevski’nin, büyük Rus edebiyatı için söylediği; “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” cümlesinin izini sürerek devam edeyim. Tabu ve tabu karşıtı bir dille zuhur eden Kurtuluş, THKP-C’nin paltosundan, biz de Çörtük İsmet’in paltosundan çıkmıştık. Samsun’da Kurtuluş’un öğretmen hareketi içinde, “müfettişler” özel ve özgün bir odaktı. Nebahat-Abdullah Akın, Ulviye-Recep Cüre, Reyhan-Ali Fidan, Nurhan-Rıza Akyüz, Aysel-Hüseyin İlbey vb...
Okuduğumuz kadarıyla “geçmişi” kitaplardan bilirdik ama esas geçmiş onlardı. Geçmiş deyince, bizden on-on beş yaş büyük olanlar gelirdi aklımıza. Aramızdaki yaş farkı kapanmayacak gibi gelirdi bize. Teorinin geçmişi ile pek ilgilenmezdik, pratiğin geçmişini ise onlar temsil ederdi. 12 Eylül’ün yanında 12 Mart’ın dünkü çocuk olduğunu henüz bilmiyorduk. Onlar 12 Mart’ı bilirlerdi, biz onların yanında gerçekten dünkü çocuktuk, dünkü şiirdik. Bütün bildiklerimizi toplasak onların bir cümlesi etmezdi. Bizden bir sonraki kuşak ise henüz kısa pantolonlarını yeni terketmişti. Şiirden çok, ajitasyon ve propagandaydık. Tarih şeridinden çok, mevsim şeridinde günlerden biriydik. Onlar sanki çok yaşlı birer ermişti de biz nasiplenmeye çalışırdık. Sanki Devrim’i görmüş yaşamışlardı da gördüklerini, akılda tuttuklarını anlatırlar, biz de can kulağıyla dinlerdik. Göremediklerini tahmin edip kitaplarda yerini bulmaya çalışırdık. Bir zaman sonra ise işler düşler değişmiş, sanki biz devrimin bilirkişisi olup onlara anlatmaya başlamıştık.
İşte o yıllarda, 1976’larda tanıdım AKINgilleri ve AKINgillerden Nebahat Akın’ı. Önce seslerinden tanıdım onları, çünkü bu aile başka şeylerin yanı sıra “ses”tir. Abdullah Akın, bas bariton bir sesti sanki. Sakin bir bariton. Bu ailede ses önemli... Sessizlik de bir o kadar önemli. Karadeniz Dev-Gençli Petek, duru bir genç kızdı... Kırılgan... Sanki sesli harfleri kullanmadan sessiz konuşurdu. Korkut, Eskişehir’de sinema okurdu, ve ancak beş dakika aralarda memlekete geldiğinde görürdüm. Korkut’un sesi de babasına çekmiştir, bariton... Neboş, ailedeki tüm seslerin alaşımı, kızdığı zaman bas bariton, küstüğü zaman tiz titiz tenor; normalde ise insana huzur veren bir mırıltı... (Yıllar sonra, 1983 yazında biz yarıçıplak Metris’ten yaka-paça, don gömlek Selimiye kışlasına mahkemeye getirildiğimizde, diyalektik rastlantı gereği o gün bir evrak takibi için orada olan Abdullah Abi’yi sesinden tanımıştım...)
O zamanlar evler, “emlak” değil “yuva” idi. Her evde içtenliğimizi yaşayacağımız bir köşe bulurduk. Akıntıya karşı yürek çeken biz asi ve aksi çocuklar birer “komünar”, evlerimiz ise birer “komün” idi. Onların evine gitmeye nedense çekinirdik. , Nedenini bilmezdik ama çekinirdik. Hatta, korkardık! Hem çekinir hem sevinir hem de korkardık! Duymasın ama İsmet Abi bile korkardı! Devletten korkmazdık ama annelerimizden babalarımızdan korktuğumuz zamanlardı! Babası görmesin diye pankartın arkasına saklanan arkadaşlarımız vardı! “Korku” dedimse, sevgiyle sarmalanmış içinde lirik bir hürmet olan gül ve karanfil kokan bir “korku”ydu bu. Cemal Süreya gibi söylersek, “Sevmek ne uzun kelime” idi, git git bitmezdi. Devrime ve birbirimize olan sevginin ve aşkın bitmezliği üzerine yazılı olmayan bir gizli sözleşmemiz vardı sanki.
Onlara gidip yemeğe kaldığımız zamanlarda karnımız bir türlü doymazdı. Fahrettin Çuğu ve Fehmi Uzal hariç, “Biraz daha alabilir miyim!” demek ne mümkün! Fahrettin ile Fehmi, yemeğe tersinden yani sondan başladıkları için Neboş’un aklı karışır, hangi yemekten verdiğini unutur böylece fırsattan istifade bu ikilinin karınları doyardı... Tuvalete zaten gidemezdik! Necmi “cüretkar” olduğu için bu değerlendirmenin dışındadır... Giderken illaki çoraplarımızı değiştirirdik. Yedek çorap cabası... Yedek alıntılarımız bile olurdu o zamanlar... Evlerinde yattığımı hatırlamıyorum, yatsaydım muhtemelen yatağın kenarına ilişerek uyumadan sabahlardım. “Mit kolektif rüyadır, rüya kişisel mittir” cümlesinden el alarak söylersem, kolektif rüya gördüğümüz günlerdi...
Karadeniz Kadınlar Derneği’nin “yaşlı” ekibinden Neboş’u içimizden severdik ama dışımıza da ona da söyleyemezdik. O da içinden severdi bizi, “şımarmayalım” diye dışa vurup dile getirmezdi. Zaten yeterince “devrim şımarığı” çocuklardık. Bu kadar şımarıklık zarardı, ama bunun maddeye ve manâya zarar olduğunu bazen bilir bazen bilmezdik. Onun da bizi sevdiğini tahmin ederdik. O kuşak içinde en çok “tahmin” yürüttüklerimizden biri Neboş’tu, on çok onunla ilgili tahminlerde bulunur, karşılaştırmalar yapar, faydalar bahsinde, payları, paydaları eşitlemeye çalışır bazen bahsi yükseltirdik.
12 EYLÜL, YENİLGİNİN VE HÜZNÜN ÖZGÜL AĞIRLIĞI
Sonra 12 Eylül 1980 sabahı uyandık ki her yer tenha. Ben diyeyim ilk tahlilde siz deyin son/sol tahlilde birbirimizi kaybettik. Sadece birbirimizi mi? Kendimizin anahtarlarını da kaybettik. “Hangi dosta gitsem evde yoklar” devri başlayınca şaşırdık. Başımıza devrim yerine devlet düşünce, bir gün önce devrime koşan bazı arkadaşlarımız koşarak bazıları adım adım devlete ve kapitalizme ve hatta milliyetçiliğe önce geçici sonra da kesin kayıt yaptırınca çok ama çok kırıldık....
Meteliğe devrim attığımız dönemlerde, örgütü aradığımız günlerde, devrim harçlığı ne kelime, Abdullah Akın ve Recep Cüre’nin, kuruşu kuruşuna bağışladıkları emekli ikramiyelerinden “devrim değerinde” parayla aylarca idare ettiğimizi inkar edersek tarih çarpar. Devrimci Kızılay’ımız, Levazım Kolu Başkanı Ahmet Nayır’ı unutursak nasıl yüüzne bakarız geçmişimizin... İki, üç daha fazla devrim yapsak bile borçlarımızı ödeyemeyeceğimiz değerlerimizdir onlar. Şimdilerde sevgimizi sunarak, şiirler ve şarkılar okuyarak ödemeye çalışıyoruz borçlarımızı... Onların isimleri cümle içinde geçince başka ne gelir elimizden; ölenleri ve kalanları hatırladıkça, “ilk gözyaşının tarihini bulmak ve altını çizmek” gelir...
O hatırlar mı bilmem ama yazmazsam, hatırlı hatıraların kalbi kırılır. 12 Eylül sonrasının ilk ayları, tozun-dumanın, teori ve pratiğin bir birine karıştığı günlerde Neboş ile Samsun’da, Modern Pazar’ın oralarda bulvarda birden gözgöze gelmiştik. Birbirimizin ellerini bıraktığımız günlerdi. Hatta insanlar, “örgütlü” zannederler diye korkudan kendi ellerini bile tutmuyorlardı! İkimiz de bir an ne yapacağımızı şaşırdık, siyasetin şartları gereği görmezlikten gelip geçip gitmemiz gerekiyordu. Ama başaramadık, öyle ya bir daha karşılaşamamak ve hatta ölmek vardı. Birden elimi tuttu ve birkaç dakika bırakmadı... Ne ses, ne söz; sadece ellerimiz... O gün bu gün biz ellerimizi hiç ama hiç bırakmadık. Benim için Neboş, geçmişle şimdinin, şimdi ile geleceğin ve hepsinin el sıkıştığı o eldir... Can Yücel’in; “Ne kadar çok elimiz varmış meğer!/ İlkin, senin elinle tutuşan benimki/ Sonra çocuklarınki/ Gençlerinki/ Tekel İşçilerininki/ Sonra, ellerin elleri.../ Ne kadar çok elimiz oldu, baksana,/ Tutuşa tutuşa/ Bir orman yangını gibi” dediği el, eller, ellerimiz...
Felsefenin kaybettiği toprakları geri almaya çalıştığından söz edilir. Kaybettiğimiz düşleri, sokakları geri almak uzak bir ihtimal olsa da hep aklımızdadır... Neboş bize, kaybettiğimiz düşleri hatırlatmakla kalmaz, geleceği de işaret eder. Bazen bir şiirle, bazen bir cümleyle işaret eder, ama illa ki eder... Onun bize bahşettiği en önemli şeylerden birini, “Birbirimizin anahtarlarını kaybettik!” cümlesi üzerinden dillendirmek isterim. Ben diyeyim kırk yıl önce siz deyin 12 Eylül 1980 sonrasında, birbirimizin ve hatta kendimizin anahtarlarını kaybettiğimiz ayan beyan ortada. Neboş’un varlığı bize, kaybettiğimiz anahtarların yerini işaret etmekle kalmaz, bulamayacak kadar birbirimizden uzaklaşmadığımız da söyler...
Gizli yetenektir Neboş... İçinde ne hikâyeler ne şiirler vardır ama çok azı günışığına çıkmıştır. Üstü başı şiirdir onun, ama şiiri üstüne başına ve diline yakıştırması ayrı bir özelliğidir. Çoğu zaman ezberden okur şiirlerdeki duyguyu dinleyenlere geçirerek bir atmosfer yaratmak ona özgüdür. Duygu sesi güçlüdür... Biyolojik yaşı 90 olması sizi yanıltmasın, süt şiirleri çıkan kaç çok az dünyalıdan biridir. Doğaçlama özelliğini unutmamak gerek... Doğaçlama yazar şiirlerini ve yazılarını, okuru hemen içine alır ve ele geçirir. İlk mektep öğretmeni olduğu kayıtlarla sabit, ama benim için Neboş “öğretmenden çok” bizim mahallenin bilirkişilerindendir. Çok eski zamanlarda, “Çocuklarla haşır neşir oldukları için ‘çocuklaştıkları’” için ilkmektep öğretmenlerinin şahitliği kabul edilmezmiş. Neboş, bu cümlenin tersidir, geçmişe, güne ve geleceğe dair yirmi dört ayar hayat bilgisi kıymetindeki tecrübelerinden süzülen şahitlikleri kıymetlidir ve kabulümüzdür. Biz kendimizi onda, onun sözlerinde de tecrübe eder, temize çekeriz.... Alameti farikalarından biri bize “abi” (elbette “abla”) demesidir. “Şenol Abi”, “Sezai Abi” vb. Sevdiklerine bahşettiği bu sihirli “abi” sözcüğü bizi pek çok anlam kapısından geçirebilir. Ece Ayhan’ın, “Bütün Türkiye, bütün, sanki yalnız bu sesle, ‘abiler’ sözcüğüyle anlatılabilirmiş gibime geliyor” dediği “abiler!” arkasında trajik bir hikâye olan bir “nida” bir “çığlık”tır. Neboş’un bize bahşettiği “abiler”, bir eşitlik beyanıdır; yaşı, tecrübesi ne olursa olsun, göz ve gönül hizasında eşitlenmenin şiiri ve sihri... Sözün burasında bir korsan koyup Mezopotamya’ya konalım: Oralarda bazı yerlerde, yaşlılar küçüklerin geleceğine, küçükler yaşlıların geçmişlerine saygı için aynı anda ellerini öperler... Biz onun elini ve dilini öperiz geçmişe saygı için o da bizim elimizi “öper” ve “abi” der geleceğe saygı için... O her ne kadar Vanlı ise de benim için o, “Nahrin”dir... Nahrin, Aramice’de Bethnahrin’den gelir ve Mezopotamya demektir. Ezcümle; Nahrin bir bilgedir Neboş... Yazının girişinde, “Bazı insanlar ve bazı hatıralar bana nerede olduğumu söylemekle kalmıyor, bilincimin yere düşmemesini de sağlıyor”, demiştim. Kıymetinden sual olunmaz Neboş’un tarihteki ve bizdeki yeri ve rolü budur. Dahası O, kalbimizin de nerede olduğunu bize hatırlatan bir masal... İçi olanları azınlıkta, dışlarından oluşanların kahir ekseriyet olduğu bir dünyada, kucakladığımızda içini hissettiklerimizdendir Neboş. Ömürilik... O, içimizi hatırlatır bize, içimizin olduğu geçmişimizi... Ahmet Büke, “Saçım dedi ki, beyaza gidiyorum. Gitti...” demişti. Biz hep ona gideriz, beyaza... O hep bize âşık görüşe gelir, kırmızı’ya...
4.03.2022-sosyal medya hesabından...
Gülse Birsel kimdir?
11 Mart 1971 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Gülse Birsel lise eğitimini Beyoğlu Anadolu Lisesi‘nde üniversite eğitimini ise Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü‘nde tamamlamıştır. Üniversite eğitimini sürdürürken gazeteciliğe merak sarmış ve ktüel dergisinde muhabir olarak çalışmıştır.
1994 yılında New York, Colombia Üniversitesi‘nde master yapan Birsel 1996 yılında Türkiye’ye dönmüştür. Atv ekranlarında yayınlanan g.a.g.‘ın metin yazarlığı ve sunuculuğunu yapan Gülse Birsel Aralık 2001 yılında Sabah Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmıştır. 2003 yılında “Gayet Ciddiyim” 2004 yılında “Hala Ciddiyim!” adlı iki kitap çıkarmıştır. ATV’de yayınlanan ve kısa sürede fenomen olan “Avrupa Yakası” dizisinin senaristliği yapan Gülse Birsel ayrıca oyuncu kadrosunda yer almıştır. Bir çok dizi ve film projelerinde yer alan Gülse Birsel gazetelerde yazarlık da yapmıştır. 1999 yılından beri Murat Birsel ile evlidir.
Film ve Dizileri :
Yalan Dünya
Ah Kalbim
7 Kocalı Hürmüz
Avrupa Yakası
Hırsız Var
Eyvah Eski Kocam
KİTAPLARI
Gayet Ciddiyim
Hâlâ Ciddiyim
Yolculuk Nereye Hemşerim?
Velev ki Ciddiy
Commentaires