top of page
Yazarın fotoğrafıHaberciGazete

Gözüm Üstünüzde-6: Ataşehir'de çevre ve imar savaşımı: Masal Gibi



(1- 29 Nisan 2023 tarihinde yayımlanan Gözüm Üstünüzde-5 yazısını -şayet okuyan 412 kişinin arasında değilseniz- okuduktan sonra bu "masalı dinlemeye/okumaya" başlayın, lütfen...

2- Ataşehir'de çevre ve imar planları konusunda verilen savaşımı, toplumsal tarihe not düşmek ve kimilerinin rol çalmasını açığa çıkarmak amacıyla yayımlıyoruz. Bütün anlatılanlar Alâettin Bahçekapılı'nın gazetecilikte/yazarlıkta yarın yüzyılı aşması nedeniyle TV yönetmeni Korkut Akın'ın kendisiyle yaptığı nehir söyleşisinden oluşan YİTİK UMUTLARIN GECE BEKÇİSİ ALÂETTİN BAHÇEKAPILI kitap setinde bulunmaktadır.

3- Bu "masalı" okurken, ünlü Fransız yazar Victor Hügo'nun "ben üslubumu Fransız sansürüne borçluyum" vecizesini aklınızda tutunuz.)




Ortaokul sıralarında okulun düzenlediği etkinlikte okuduğu bir masal, yıllarca dilden dile dolaşmış, her fırsatta, anlattırılmış Alâettin Ağabey’e. Maçka’nın çıkışında öğret-menlerin ve kasabanın ekabirlerinin altında oturduğu bu nedenle “Maçka’nın Akademisi” diye anılan Ihlamur Ağacı’nın gölgesinde yıllarca bu masalı istemişler ondan, o da anlatmış. Eflatun Cem Güney’in bir masalıymış bu. Adını “Karbuz kesme masalı” koymuşlar. Ben bunu nereden duydum bilmiyorum şimdi. Sordum, anlattı:

-Maçka Ortaokulu’nun ikinci sınıfındaydım. Okulumuzun düzenlediği “müsamere” için ezberledim bu masalı. Zıpla-yarak çıktığım sıranın üzerinde çocuk safiyeti ve bece-rebildiğim kadar tiyatral biçimde anlattığım bu masal çok sevildi. Öğretmenlerim, büyüklerim, komşularım -biraz da özendirmek, sosyalleşmemi sağlamak için- her fırsatta anlattırdılar…

Biliyorsun Sevgili Korkut, masallarda olağanüstü kişilerin başlarından geçen olaylar, olağanüstü süslemelerle anlatılır. Yer ve zaman belli değildir. Kafdağı, Yedi Derya Adası, Yedi Kat Yerin Altı ve Üstü gibi büsbütün hayali ve gerçek dışı ülkelerde geçer masallar. Zaman ve olaylar çok hızlı bir şekilde ilerler. Olaylar ve kahramanlar tamamen hayal ürünüdür. Kişilerinden bir kısmı; devler, periler, cinler, ejderhalar vb doğaüstü yaratıklardır. Masallar kişilerin özellikle çocukların hayal dünyalarını geliştirir, güçlendirir. Masallarda iyi-kötü çatışması vardır; iyiler hep iyi, kötüler hep kötüdür. Masalın sonunda iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır.

Masallar, evrensel nitelik taşır, eğiticiliği esas alır. Dinleyenlere bir konuda ders vermek, öğütte bulunmak için söylenir. Anlatım dili halkın konuştuğu dildir. Olayların anlatımında, genellikle “-miş”li geçmiş zaman kipi kullanılır; Bu, bizim gibi Karadenizliler için geçerli değil; çünkü biz “-di”li geçmiş ve “şimdiki” zamanı severiz, sanki bire bir yaşamışız gibi anlatırız çoğu şeyi…

Masallarda tekerlemeler kullanılır. Masalın başında ve sonunda, zaman zaman da ortasında tekerlemelere yer verilir. Üç bölümden oluşan masallar genelde “bir varmış bir yokmuş” diye başlar ve bu bölüme döşeme adı verilir. Asıl olayın anlatıldığı bölüm de kendi arasında giriş, gelişme ve sonuç olmak üzere üçe ayrılır. Masalda her şeyin güzel bir sonuca bağlandığı bölüm dilek bölümüdür. Bu bölüm genellikle "Gökten üç elma düştü" diye bir tekerleme ile biter.

-E o zaman bize bir masal anlatırsın artık.

-Bir bakalım belleğimizde ne var… Hımm.

Başlıyorum, herkesi taşlıyorum, bazılarını haşlıyorum. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir memleket varmış, memleketin bir şehri… Öyle böyle değil, en eski, en büyük şehriymiş memleketin. Daha evvelki zaman içinde başşehriymiş…

Gelmiş geçmiş insanlar, her biri bir yerine bir şey kondurmuş, her biri yanındakini ondurmuş, her biri cebini doldurmuş, ben cebini diyeyim sen kepini anla, ben kepini diyeyim sen küpünü.


Memleketin bir padişahı varmış, ama öncekiler gibi değilmiş bu padişah, soydan geleni suya vermiş, sevgiyi korkuya sermiş, tahtım demiş bahtım demiş, dirlik düzenliği boşvermiş, ortalığı kaplamış haramiler. Ne haram bilmişler ne helal, ama dilleri pabuç gibi, ne istersen var… Haramiler yağmaya durunca kurulmuş masalar, boşalmış kasalar, duymuş bezirgânlar. Bezirgânlar gün bugündür demiş borç üstüne borç vermiş… Borç yiğidin kamçısı demişler önce, inandırmışlar, borç geri gelmeyince kamçıyı şaklatmışlar, ortalığı paklatmışlar, bakmışlar olmuyor pisletmişler ortalığı… Karıştırmışlar kuruşturmuşlar, ahaliyi birbirine vuruş-turmuşlar, bakmışlar verdikleri geri gelmiyor, dayanmışlar kapıya, açılmayınca ateşi vermişler yapıya, o da olmadı el koymuşlar memleketin toprağına bağına, bayırına dağına, peynirine yağına, ne var ne yok yağmalamaya başlamışlar. Ahalinin gözü padişahta, padişahın gözü dışarda, bezirgânda… “Bana dokunmayan yılan” diyor, bir daha diyor başka bir şey demiyor padişah. Kırk haramiler tutmuş kapıları, salmış ortalığa bezirgânları… Devler top oynuyor memlekette, cinler cirit atıyor, padişah gökyüzüne bakıyor. “Devletlûyum, evlatlûyum, ben ki soylu sopluyum, aklım var izanım var, altımda tahtım billurdan bahtım var, kasada altınım yatakta hatunum var, her ne yer olsa benûndur, kim ki elini uzatır bana göz yumarım ona… Bana dokunmayan yılan, gerisi yalan, kim demiş memlekette varmış talan…”


Ahali inim inim inliyor, baştakiler kös dinliyor… Bakıldı olmayacak, dağa çıkıldı elde nacak, bağırıldı çağırıldı var mı bizi kurtaracak… Düşmüş önlerine bir ulu, açmış yolu, akmış denizler gibi memleketin damarlarına, bir cenk edilmiş dünyada yok benzeri, ne bezirgân kalmış topraklarda, ne padişah tahtında… Bir toy eylemişler, yasa koymuşlar halkı bir boy eylemişler, kırk haramilerin yağmaladığı başşehrin “baş”ını almışlar, sana “büyük” olmak yeter demişler. Bundan kelli, ahali seçecek kimlerin başa geçeceğini, öyle soy sop belirlemeyecek halkın geleceğini, demişler, iyi etmişler. Yaradan razı olsun hepsinden.

Tarlası olmayana tarla, darısı olmayana darı, kovanı boş olana arı verilmiş… Dirlik düzenlik olmuş, herkes işinde gücünde, biri var kitap peşinde. Okumak düşmüş payına, dayanmamış ne babaya-anaya, amcaya-dayıya. Okumuş okudukça dolmuş, yazmış yazar olmuş bükülmeyen kolmuş.


“Kim demiş ki bal demekle ağız bal olmaz diye, böyle çingenece fal olmaz diye. Bir gün bir arı gelip konmuş başına, görünce girdi yeni bir yaşına! Bir gözünden bal akıyordu, bir gözünden kaymak, Dünyalar değer bir kere tatmak. Gayrı ne kirman eğirdi, ne davar çevirdi, her işi bir yana serip bu arıyı güttü. Bağ bağ gezdirip bahçe bahçe büyüttü. Her çiçekten bal aldı. Yaprak aldı, dal aldı velakin yumurcağın biri bir taş attı, ayakları kırıldı. Bağladı olmadı, yağladı olmadı; bir türlü bir şifa bulmadı. Nihayet dolandı bayırı dağı; getirdi bir ceviz yaprağı. Sardı sarmaladı inceden ince ne ağrı kaldı, ne sızı…”


Bakmış, ihtimam gösterince arının ayağı bile sağalıyor, aman demiş işini sıkı tut, yaptığını özünle yap, bildiğini iyi bil, bulduğunu dağıt kimse yakmasın karşında ağıt, ayağı kırık arı kalmasın yeryüzünde merhem ol yarasına garibanın, işini muhkem tut kimse tekerine çomak sokmasın arabanın. Ustasının söylediği gibi yapmış, azar işitmiş ödül kapmış, yeni bezirgânların camını taşlamış, yıkıldığı yerden yeniden başlamış, sevgiler yoluna serilmiş, caddelerde-meydanlarda koluna girilmiş, yol yürümüşler uzun uzun, üzüm üzüm ezilmiş şarap olmuşlar, baştan aşağı yıkılmış harap olmuşlar, lakin yılmamışlar. İnsan olmuşlar vesselam. Yaradan açık etsin yollarını.


Korkut Ata demiş ki, “kısa kes Aydın havası olsun.” Hadi varsın olsun, aç ağzını kuş konsun!


Evvel zaman içinde, bu okur-yazar bu böyük şehrin bir köşesinde yaşayıp giderken, ahalinin derdiyle dertli olup her pisliğin altını eşelerken, çok sertleştirmiş satırları ürkütmüş katırları, bir bela olmuş ki haksıza, bir sözcü olmuş ki dilsize, yumruk olmuş elsize, çatı olmuş evsize derken… Sabah olmuş erken, çıkmış yola, oturduğu mahallede bir yapıya girmiş… Yapan da amma yapmış, büyük mü büyük, ben diyeyim yan yana bin kişi, sen de on bin kişi alır üst katta boş yer bile kalır. Şaşırmış bizim okur-yazar, bu hangi parayla yapılmış ki, takılmış aklına… Kime sorayım diye bakınmış çevresine.



Derken… “Enteşeden menteşeden, derken bir adam çıkmış şu köşeden… Ay efendim vay efendim, adam da adammış ya, ne tartıya gelir ne teraziye, ne arşına gelir ne entazeye… Bakmış baka kalmış, üç adım atmış, adamın yanına varmış. Karpuz kesme ile yürek ferahlamaz derler ya, bakalım adı mı güzel tadı mı deyip, sallamış bıçağını, baltayı nacağını…” Yok efendim yok, üstad Eflatun Cem Güney karıştırmış aklını, ne baltası ne nacak, kalem-defter teyp ile fotoğraf makinesi olacak.


Yanına varınca bilmiş kim olduğunu: “Şehir Emini”ymiş adam, yanındakiler de yardakçıları, pardon bardakçıları, hayır olmadı emlakçıları… Neyse. Adamın gözü yukarlarda, kubbelerde… “Usta iyi kondurmuş taş başına yapıyı” diye geçiriyormuş içinden adam, okur-yazar girmiş düşünün arasına, “bu dere taşlı dere, cıngıllı başlı dere” deyivermiş. Adam çevirmiş gözlerini kubbeden aşağı ki sanırsan “Kiziroğlu Mustafa Bey, bir beyin oğlu, zor beyin oğlu, breh breh breh.” Tam başını çevirecek yanındaki emlakçıya durmamış okur-yazar, sormuş; “bu yapıya 450 bin altın harcanmış, öyle midir?” Aslında biliyormuş okur-yazar on kat fazla söylediğini, şeytan kaydırmış işte dilini. Olsun, ayak kaymasından iyidir dilin kayması diye düşünmüş içinden…

Şehremini bir kızmış, bir daha kızmış, kükremiş ağzından lav çıkaran ejderha gibi; “ya dayak yemedin, ya sayı saymasını bilmiyorsun bre.”


Eli uzunmuş adamın, uzanmış kulağına okur-yazarın. Gerilemiş okur-yazar, gerilmiş.

“Bu kulak bana lazım, ahalinin derdini dinlemeye” deyivermiş.

Vay ki vay. O zamana kadar kaç matrabazı, hokkabazı tepelediği yumruğunu sıkmış. Serde güreşçilik var, boksörlük var. Ve lakin, her şey dengi dengine, rengi rengine. Yumruğunu sıktığında, içinde söz sözü kovalamış, öğüt öğüde cengel atmış, bilge Yunus uç vermiş: “Söz ola kese savaşı söz ola bitüre başı /Söz ola agulu aşı balıla yağ ide bir söz.” Hızlı düşünmüş; anlamış ki “yanlış bir dala taş atan, bir komşu kapısına yan gözle bakan”dı artık.

Ne hal olmuşsa, uçmuş elindeki makineler… Kaldı mı çırçıplak.


Yaradan yardımcın olsun yiğidim… Anlat kendi dilince, gönlünce, masalı gerçeğe ula, örnek diye geridekilere kala.

“A devletlim” demiş okur-yazar: “Hayra alamet değildir bu öfke. Ne kuru çayda koyun gütmeye benzer bu devleti yönetmek, ne de emanetlik mintan giymeye… Ocaklardan ırak, ateşten gömlek gibi, yakar, yandırır adamı! bu öfke. Çıkarsan da mintanı kalır teninde izi, hafife alma bizi.”

“Büyüdü gözleri büyüdü yürek kadar” Şehremini’nin. Yine de susturamadı okur-yazarı:

“Bilirsiz haşmetlim, ‘olmaya cihanda bir nefes sıhhat gibi’ der bir atanız.”

“Ne var sıhhatimde?” demeye kalmaz, “şeker böyle yapar insanı, kararı iyidir de, yükseği delirtir” sözünü duyar Şehremini, durur, kendine gelir. Bir bildiği vardır bu delikanlının, der içinden.

Yapının içi ahaliden amelelerle dolu, olmalı yalnız konuşmanın bir yolu. İşmar eder emlakçıya, alınır okur-yazar bir kuytuya. Haşmetli bir dellenir, bir yellenir, bir sesini indirir yere, bir çıkarır göğe.

“İşte bunun için itiraz ediyorum her yaptığınız şeye.”

Şehremini patlatır gözlerini: “Neye?”

“Sayrı ademlerin yükseklerde oturması hayrına olmaz ahalinin ondandır korkum.”

“De bakalım nedir mahzuru?”

“Ne olsun ki haşmetlim, diyelim küffarın elçisi geldi yanına, sulh olalım diyecek, belki kervanların hangi dağdan aşırılacağını söyleyecek, bağlanacakken işin hası, karnın aç şeker yükseldi atıyor kafanın tası, bir laf ediyorsun devriliyor sulh masası… Sizi misal tuttum haşmetlim, daha yukarı da çıkarım amma, dilimin ayarı yoktur, kafamdakiler de çoktur, aman yıkarız perdeyi eyleriz viran.”


Şehremini bakmış olmayacak, girmiş koluna okur-yazarın, gitmişler bir yere, kimsecikler yok ortalıkta, gelmiş sahan sahan yemekler, türlü türlü yemişler, allı morlu sular.

Şehremini doyurunca karnını, hatırlamış çocukluğunu… Babası ölmüş o küçükken, çok aç kalmış köy yerinde, anlatmış gözleri dolu dolu…

Okur-yazar da bir adem, yüreği yufka bakmış ufka, “güneş ısıtırdı tenimizi, yollar içerdi terimizi, domuzlar bozardı yerimizi, ama biz uzatmadık ne kul malına ne devlet malına elimizi” diyecek olmuş, omuzuna atmış Şehremini elini, “de şimdi ne yapabiliriz?” demiş babacan babacan.

“Haşmetlim, böyle dersiniz de öyle yapmazsınız, boşa yorarsınız beni.”

“Ne yaptık da olmadı, bize yaslanan kim doymadı?”

“Onu öyle demezler, hakka inananlar devlet malı yemezler, yarım akıllarıyla kurnazlık etmezler.”

“Bre senin ağzına biber sürmeli, nedir dilinin altındaki bilmeli.”

“Dilimin altındaki de, üstündeki de alnımın teri. Demem o ki haşmetlim, emir buyurursunuz ‘şuraya şu yapı kondurulsun’, ahali itiraz eder, ‘orası bizim bağımız bahçemiz’, bir emir daha verirsiniz, bakar ahali bir harfi değiştirilmiş: ‘Şuraya bu yapı kondurulsun.’ De haşmetlim şimdi bu nedir?”

“O da işin hoştluğudur. Ben hoştluğu diyeyim sen ne anlarsan anla… De şimdi ne yapabilirim?”

Başlamış sıralamaya okur-yazar: Düşkünler için bir ev, çocuklar oynasın diye bir alan… demeye kalmadı, sözü ağzından almış Şehremini; “Bre şaşkın, sen iste benden ne istersen, amma kendin için.”

İçin için gülmüş okur-yazar: “Bir mezar” demiş susmuş.

“Sözü mü olur, verdim gitti” denilince arkasını getirmiş:

“Ama beni dikine gömeceğiniz bir yer olsun.”

Şaşmış kalmış Şehremini, alttan almış yine de: “Sen de Zeynel Abidin gibi kazdığın mezara gidip dikilecek misin içinde?”

“Yok beni buralarda hep dik adam diye bilirler de, namımıza halel gelmesin haşmetlim, o hesap” demiş okur-yazar.

Sohbet uzayacaktı belki, emlakçı getirmiş makinelerini okur-yazarın, açmış bakmış ki içi boş. İçi acımış ama belli etmemiş… “Beni kimse ağlarken görmeyecek” demiş bulunmuştu bir kez, bu da geçer ya hu…

Haşmetli Şehremini memnun, görülmemiş vukuat bardakçısı, yardakçısı ve emlakçısı dışında. Okur-yazarın da gönlünü almış işte… Kalkmış, geldiği gibi kalabalık gitmiş.

Arkasından bakmış okur-yazar mırıldanmış sokak diliyle: “Bu akılla gidersen askere, tez alırsın teskere.”

Sonra Şeyh Galip düşmüş aklına… “Şiir mumdan kayıklarla alev denizini geçmeye benzer.”

Almış kalemi eline, yazmış:

"Kırılır da bükülmez bizde adamın hası

Şekerden atıyordur hau kafanın tası

Fotoğraflar silinse, sesler kayıp olsa da

Gece gündüz çalışır beynimin makinası

Tarihe not düşülsün bin "kusura bakma"sı

Kulağıma küpedir ..akanın konuşması

Yüreğimi soğutmaz bir mezar haritası."

Soranlar olur belkim, yaradan ne göstermiş diye; demeye dilim varmıyor, almış teskeresini başyöneticiden, çırak çıkarılmış üç erbaşıyla birlikte; Şehremini gitmiş, yerine emlakçısı gelmiş. Kim demiş bilmem ama, iyi demiş; “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.”

Gökten üç elma daha düşmüş, biri okuyana, biri anlayana, biri de hani bana hani bana diyene…

Bu da böyle bir masal işte.


-Alâettin Ağabey, sen çok yaşa…



(Araya başka savaşımlar girdikten sonra, bu konuya dönülerek, toplumsal tarihe doğru veriler sunmak adına sorgulamamız ve sergilememiz Sürecek) (Bilgimiz dışında kalan yargı süreçlerinde bulunanlar varsa, bilgilerini ulaştırmalarını, verilerini paylaşmalarını bekliyoruz. Sorularımıza hazır olunmasını da...)


Alâettin BAHÇEKAPILI


Gazeteci&Yazar




NOT: Korkut Akın'ın nehir söyleşisinden oluşan, Bahçekapılı'nın 50 yılı aşan gazeteciliğini ve yazarlığını (Firdes Eren'e) anlattığı YİTİK UMUTLARIN GECE BEKÇİSİ ALÂETTİN BAHÇEKAPILI kitaplarından (4 cilt, kısmen renkli, 1900 sayfa, kutulu) edinmek isteyenler için Bahçekapılı'nın telefonu:

0532 314 43 17


(Takım olarak sınırlı sayıda vardır)

465 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page