Günün ilk ışıkları mı uyandırdı sizi, pencerenizi tıklatarak… Yoksa bu saatlerde kendiliğinizden kalkar mısınız?
Odanızın içinde başkasının duymayacağı bir çağrı mı açtırdı size gözlerinizi; ‘’anne..’’ ya da ‘’baba susadım…’’ yoksa uzak minarelerden gelen bir çağrı mı, herkesin duduğu….
Güneş gösterdi yüzünü dağların ardından, öyle mi kalktınız, yoksa sabahın alacağı ortalığı kaplamadan ayakta mıydınız?
Kar beyazı mı aydınlattı sabahınızı, yoksa gönlünüzdeki sevgi mi?
Uyanır uyanmaz umut mu doldu yüreğinize, aydınlık mı doldu, çalışma sevinci, yaşama sevinci mi doldu?
Sabahın ilk ışıklarıyla uçmaya başlayan kuşları, ötmeye başlayan serçeleri, horozları, uluyan köpekleri, uzaklardaki börtü böceği, yakınlardaki evcil hayvanları düşünmeye, onların bize, bizim onlara muhtaç olduğumuzu aklınızdan geçirmeye mi başladınız?
‘’Yaşayan hiçbir şey yalnız başına, ya da yalnızca kendisi için var olamaz’’ diye mi düşündünüz?
Üzerinde yaşadığımız bu dünyada, en değer verdiğiniz kavramlar dostluk mudur, arkadaşlık mıdır, sevgi midir, yardımlaşma mıdır, barış mıdır, kardeşlik midir, birliktelik midir? İnsanlık onuru mudur?
Güzel bir güne başlıyorsunuz. Bütün gününüz güzellik, iyilik içinde geçsin. Umduğunuz gibi olsun, özlediğiniz gibi.
‘’Bulsam bir sihirli anahtar bulsam,
Açsam göğün mavi kapılarını.
Bir samanyolundan geçip dolaşsam
Yıldızların altın yapılarını!
Dolansa boynuma ışıktan kollar,
Açsa esrarını gök perde perde:
Kayıp sesleri duysam yeniden,
Kaybolan yüzleri görsem göklerde!…
Bulsam, bir sihirli anahtar bulsam,
Toprak kilidini açsam dünyanın,
Çözsem düğüm düğüm muammasını
Ölüm denen sonsuz, büyük rüyanın!
Gelse bahçe bahçe mevsimler dile,
Ağaçlar, çiçekler konuşsa biraz:
Kimdir şu dallarda kızıl gülleri
Böyle alev alev yakan sihirbaz!
Bulsam, bir sihirli anahtar bulsam,
Ne yıldızlar için, ne güller için!
Alnı eşiğinde bekleyenlere
Açılmak bilmeyen gönüller için!’’
Kalemi var olsun Yusuf Ziya Ortaç’ın. Bir sihirli anahtar peşinde şair. Öyle bir anahtar bulsa, ne göklerdeki güzellikleri arayacak, ne toprağın altındaki büyük rüyayı. O sihirli anahtarla, ‘’alnı eşiğinde bekleyenlere açılmak bilmeyen gönüller’i açmaya uğraşacak. Bir anlamda başkalarına, sevgiye, dostluğa, arkadaşlığa kapalı gönülleri açacak. Öyle gönülleri de katacak ‘’olgun insanlar’’ın arasına. Oysa bunu için ‘’sihirli anahtar’’a gerek yok. İnsan olabilmek için, ‘’gerçekleri net bir şekilde görmek, öteki insanlarla karşılıklı güven ve dostluğa dayanan ilişkiler kurmaya çalışmak ve bu ilişkilerin sorumluluğunu üstlenmek’’ yeter de artar bile.
İnsanlar arasında karşılıklı ilişki. Bu çok önemli. Çünkü bilim adamlarına göre, ‘’yaşayan hiçbir şey yalnız başına ya da yalnızca kendisi için var olmaz.’’ İnsana bir başka insan gerekli. O insanla sağlıklı ilişki kurması gerekli. Güvene ve dostluğa dayanan sağlıklı ilişki.
‘’İnsan insana muhtaç’’ diye bir atasözümüz var. Bu insanın yalnız yaşayamayacağını, bir başkasına ‘’muhtaç’’ olduğunu, ona güvenmek ve inanmak zorunda olduğunu ortaya koyan bir atasözü. İnsan yalnızca insana/insanlara mı muhtaç? Hayır. İnsan çevresinde yaşayan başka canlılara da muhtaç. Hatta cansızlara da. Yani bütünüyle doğaya muhtaç insan. Bunun için insanlarla, doğayla yakınlık içinde bulunmalı ve sevgi duygularıyla anlaşmalı olanlarla. Dostlukta budur işte. İç veya dış sıkıntılarımız çözecek dostluk, arkadaşlık budur. Şayet güvenebileceğimiz dostlarımız olmasaydı ne olurdu halimiz? Kabusa dönmez miydi?
Eveeet, kırk dakika önce başladığımız sohbetimizde bakın konu nereden nereye geldi. Dostluk ve arkadaşlığın insan için vazgeçilmez olduğunu söylerken, birden ‘’insanın doğayla, doğadaki canlı ve cansız her şeyle yakınlık içinde bulunması gerektiğine’’ getirdik sözü, (…) Bizler de birçok sorunla karşı karşıya kalabiliriz. Her insan gibi. İnsanın hayatı çeşitli tehlikelerle, güçlüklerle, sorunlarla doludur çünkü. İnsan bu çeşitli güçlükleri aşarken, acılarla savaşırken dostları, arkadaşları onların sığınacağı en sakin limandır. Hayatın güçlüklerine kişinin yalnız başına göğüs germesi zordur. Dertlerimizi dinleyecek, paylaşacak, bizi yüreklendirecek dostlar gerekli bize. Bunları da uzakta aramak gerekmez. Çevremize sevgiyle bakmak yeter. Seven insan yalnız kalmaz, güçsüz kalmaz.
‘’Hadi uyan
Günışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar tüneğinden uçtu
Bir türküyü dinlemeyecek misin
Haydi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için
Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için
Hadi uyan
Denizi dinle yaşamak desin
Toprağı dinle barışmak desin
Göğü dinle sevişmek desin
Bir plak konmuş gibi gramafona
İşte aşk işte özlem işte savaşmak gücü
Uyan diyor uyansana.
Hadi uyan
Sevdiğim uyan
N’olur uyan."
Yıllar öncesinden seslendi bize şair Metin Eloğlu. ‘’Hadi uyan’’ dedi. Günışığının ‘’çilemeye’’ başladığını, denizlerin mavileşmeye, seher yelinin tüneklerinden kuşları uçurmaya başladığını haber verdi. ‘’Güzeli yaşatmak için, iyiliği yaşatmak için, umudu yaşatmak için ‘’Hadi uyan’’ dedi.
Bizde gözlerinizi açtığınız bu yeni günde tüm iyiliklerin, tüm güzelliklerin, tüm umutların sizlerle birlikte olmasını diliyor ve yeniden günaydın diyoruz size.
Şimdi sabahın erken saatleridir. Sabahla biraz daha soğuk oluyor hava. Evlerimizin içi de, dışarısı da… Akşamdan külleyip bıraktığımız ocağımız/sobamız da ısıtmıyor ortalığı… Kentte yaşayanların evlerindeki kaloriferler de… Evlerimiz bu yüzden soğukça sabahın bu ilk saatlerinde. Bu yüzden yataktan çıkmayı, kalkmayı hiç istemiyor canımız. Biraz daha yorgana sarılıp yatmak istiyor insan… Ama çaresiz, kalkacağız. ‘’Erken kalkan yol alır’’ diye bir atasözümüz var. Erken kalkacağız ki, günün işlerini telaşa düşmeden yapıp edebilelim, zamanında bitirebilelim. Ne kadar da işi olur insanın, günün hangi saatinde kalkarsa kalksın: yap yap bitmez. Birini bitirmeden bir başkasına koşturmak gerek. Yine de gözümüz yılmamalı bunca işin bizi beklemesinden. Bir sıraya koyarsak işleri, belli bir plana göre davranırsak, bir bakarız ki gün bitmeden işler bitmiş. Hele dünden bugüne iş bırakmamışsak… Hele ‘’bugünün işini yarına bırakma’’mışsak, gün bitmeden işler biter, rahat ederiz. Öyle değil mi?
Geceden soğuyan evimizin ısıtılması, bizi bekler. Akşam belki de dağınık bıraktığımız ortalığın derlenip toparlanması, bizi bekler: silinip süpürülmesi… Yatakların kaldırılması ya da düzeltilip örtülmesi. Sabah kahvaltısının hazırlanması… Bizi bekler. Varsa evde, çoluğun çocuğun karnının doyurulması… Dışardaysa işimiz yola çıkmaya hazırlanılması, bizi bekler. Erken kalkmaya mecburuz.
Kırsal kesimde yaşayanlarımızı yalnızca bu saydığımız işler değil, daha niceleri bekler. En önemlisi de, hayvanların bakımı. Küçüklü, büyüklü bir veya birkaç hayvan besleniyor köylerimizde her evde. Onlar da, bizi bekler, sabah sabah. Bize daha çok süt, daha çok et, daha çok yumurta, daha çok yün, daha çok deri verebilmeleri için, önce onlar bekler bizden daha iyi bakmamızı, daha iyi beslenmemizi. Sabahın ilk ışıklarıyla yanlarına koşup otlarını, samanları, yemlerini vermeliyiz. Bulundukları ortamı havalandırmalıyız, ışıklandırmalıyız, temizlemeliyiz. Çünkü onlar bizim elimize bakıyor: önce bizden alıyor, sonra veriyor. Ve bizim için değil yalnızca, genelde yurt ekonomisi için, insanlarımız için büyük önem taşıyor hayvanlarımız.
Uzmanların söylediğine göre, günümüz insanı baş edemeyeceği kadar yoğun bir bunalım içindedir. Gittikçe zorba, saldırgan bir tutumu benimsemektedir, sevgi ve dostluktan gittikçe uzaklaşmakta, somut değerlere daha fazla önem verir görünmektedir.
Oysa bizler inanmak ve birbirimize güvenmek gibi çok insancıl ihtiyaçlara sahibiz. Şayet güvenebileceğimiz dostlarımız, gerçek arkadaşlarımız olmasaydı, ne yapardık, hiç düşündünüz mü? Hayatınız bir kâbusa dönmez miydi:
‘’Dostluk, insanların, insanlarla ve doğayla yakınlık içinde olmaları ve sevgi duygularıyla anlaşmalarıdır’’ diyor uzmanlar. Ve şöyle sürdürüyorlar:
‘’İnsan, yalnız kaldıkça gerçek kişiliğini bulamaz. İnsan, kendisinden çıktığı ölçüde, benmerkezcilikten kurtulduğu ölçüde, gerçek benliğini bulur. Gerçek dostların, arkadaşların varlığı ile yaşadığını daha iyi duyar. Yaşamı anlamlanır.’’
İnsanın hayatı çeşitli tehlikelerle doludur. Güçlüklerle doludur. İnsan bu güçsüzlükleri aşarken, acılarla savaşırken, dostları, arkadaşları onların sığınacağı bir limandır. Hayatın getirdiği bir darbeye kişinin yalnız başına göğüs germesi zordur. Dertlerimiz dinleyecek, paylaşacak, bizi yüreklendirecek dostlar bize en büyük desteği verir.
Yine çok iyi biliyorsunuz ki insanlar, yalnız yaşamak zorunluluğunda kalınca kendilerini çevreleyen, birçok zorluk ve engeller karşısında ayakta kalmaları zorlaşır. Oysa birlikte yaşar ve hayatın tuzaklarına karşı birlikte mücadele ederlerse, aralarında günden güne gelişen güçlü ve yıkılmaz dostluklar oluşur. Günümüz insanının her zamankinden daha fazla gerçek dostlara ve dostluğa ihtiyacı vardır, çünkü dostlar, kişiye her zaman kullanabileceği sonsuz bir destek ve güçlülük sağlar. Olgunlaşmamız dostlar sayesinde kolaylaşır. Günümüz insanının dostlara, dostluklara ihtiyacı vardır; çünkü dostluk sayesinde uyuşmaya, düşünce ve zevklerimizi beğendiğimiz kişilerle de bir arada yaşamayı öğreniriz. Sadakati öğreniriz. Akıllı davranmayı öğreniriz. Paylaşmayı öğreniriz. Bütün bunların içinde en güzeli de dostluk sayesinde ‘’birliğin gerçekleşmesi’’dir herhalde, öyle değil mi?
‘’Güzeli, iyiliği, umudu yaşatmak için’’ uyan diyen bir şairin dizeleriyle başladığımız yazıya bir başka şairin yazdıklarıyla bitirmek istiyorum: Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘’Memleket İsterim’’ şiiriyle.
‘’Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben kavgası olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.’’
Kaynak: Alâettin Bahçekapılı’nın 1980’lerdeki TRT Radyoları’nda yayımlanan izlencelerinden…
veeeeee Firdes Eren‘in hazırladığı YİTİK UMUTLARIN GECE BEKÇİSİ ALÂETTİN BAHÇEKAPILI
cilt 4’ten…
Comments