12 Mart 1971 darbesinden sonra tutuklanan ve idama mahkûm edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan'ın idamlarını engellemek için 27 Mart 1972’de Ünye’deki NATO üssünde görevli 2’si İngiliz, biri Kanadalı 3 teknisyeni kaçıran Mahir Çayan ve arkadaşlarının, Kızıldere'de öldürülüşlerinin üzerinden 52 yıl geçti.
Kızıldere'de yaşamını yitiren 10 devrimci, ölümlerinin 52. yılında anılıyor.
NELER OLMUŞTU?
THKO üyeleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan hakkında Ekim 1971’de çıkarılan idam kararının ardından, idamları engellemek isteyen Mahir Çayan ve arkadaşları, idamları önleyecek yolların tıkanması nedeniyle NATO dinleme üssünde görevli teknisyenlerin rehin alınmasını kararlaştırdı.
Kaçırılan 2’si İngiliz biri Kanadalı 3 teknisyenin eylem sonrasında Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve Ömer Ayna'nın bulunduğu Kızıldere köyüne götürülmesine karar verildi.
Kaçırma eyleminin ardından rehin alınan üç teknisyenle birlikte Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz, İngilizlerin aracı ile Kızıldere köyüne doğru yola çıktı. 27 Mart sabahı Kızıldere’ye ulaşan ve arkadaşlarının konakladığı muhtarın evine yerleşen devrimcilere, 30 Mart 1972 günü sabah 05.00'te, muhtarın evine bilgi almak için gelen jandarmalara önceden hazırlanmış ihbar mektubunu teslim etmesi üzerine operasyon başlatıldı.
Evi kuşatan komandoların rehinelerle görüşme talebi sonrası çatıya çıkan Mahir Çayan ve arkadaşlarına açılan ilk ateşte Çayan yaşamını yitirirken, daha sonra ev kurşun yağmuruna tutuldu.
Teknisyenler açılan ateşe karşılık olarak öldürülürken, çatışma sonrası Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz hayatını kaybetti. Devrimcilerle birlikte aynı evde bulunan Ertuğrul Kürkçü samanlığa saklanarak kurtuldu.
ALÂETTİN BAHÇEKAPILI KİTABINDAN BİR BELGE…
Sinema eleştirmeni, TV yönetmeni Korkut Akın’ın Alâettin Bahçekapılı’nın 27 yılı TRT’de geçen gazeteciliğinin 50. Yılı aşması nedeniyle gerçekleştirdiği nehir söyleşiden oluşan Yitik Umutların Gece Bekçisi Alâettin Bahçekapılı kitabında Kızıldere’de katledilenler arasında bulunan Cihan Alptekin ile ilgili sayfalar dolusu anı var. Alptekin ile Bahçekapılı’nın İÜ Hukuk Fakültesi’nde başlayan sıra arkadaşlığı ve ardından yaşanan gelişmelerin genişçe anlatıldığı kitapta Cihan’ın babası Eşref Alptekin ile Bahçekapılı’nın 1976’da gerçekleştirdiği bir görüşme de yer alıyor.
İşte o bölüm:
- Cihan öğrenciler, gençler arasındaki örgütlenmelerde başı çekmektedir.Duruşu, dürüstlüğü, sözünü sakınmaması, sözüne güvenilmesi, “laf üretmeyen,eylem üreten” tutumu, hocamız Prof. Tunaya’nın yakıştırdığı isimle bu “Laz Uşağı”nı 68 kuşağının önderleri arasına yerleştirir. “Bu gençler delikanlıydı. Delikanlılığın gereği her şeyi hemen yapmak, hızlı yapmak ve sonlandırmak istiyorlardı. Hedefe en kısa zamanda varmak isteği delikanlılığın bir gereği gibiydi.” Bu satırlar, Cihan’ın ablası Nuran Alptekin Kepenek’e ait. Doğru bir saptama bana göre... Cihan 1968’in sonlarına doğru babasına mektup yazar; babasının “mektup yazmıyor” sitemine yanıt vermektedir: “Sevgili Babacığım, Size iki kez yazdım. Mektup yazmadı diye bir söz olamaz” diyor ve okuldaki durumunu özetliyor:
“Derslerim fena sayılmaz. Şubatta bir kısım derslerimden geçeceğim. Bu sene üçte okuyorum. İkinci sınıftan iki dersim var. Dayımın çocuklarına ders veriyorum. O da bana ayda 250 TL veriyor. Sizden onun için para istemedim.”
Cihan mektubunun sonunda “Benim için gereksiz yere kuşku yapma. Yanlış yolda olduğumu sanma. Tam doğru yolu buldum. Bu yolda gideceğim. İktidar senden korkuyorsa, çekiniyorsa, seni düşman biliyorsa, bil ki doğru yoldasın. Doğru yolda olmanın ölçüsü bu” diye yazar babasına.
Ben çok sonraları Cihan’ın babası Eşref Alptekin’le tanıştım. Trabzon’da Meydan Parkı’nda oturduk, çay içtik. Cihan’ı konuştuk:
“Ben Cihan’la Hukuk’ta aynı sırayı paylaştım… Birinci sınıfta hep birlikteydik” dedim… “Sonra ne oldu ki” diye sordu; soruşundan “oğlum bir yanlışlık mı yaptı da öteki sınıflarda birlikte olmadınız” anlamı çıkardım, düzelttim: “Ben Hukuk’a başladığımda başka bir okulun son sınıfındaydım, gazeteci olmak için okuyordum, o okulu bitirdim; TRT İstanbul Radyosu’na girdim, onun için Cihan’la öteki sınıflarda birlikte okuyamadık.” Yüzünde bulutlar, gözlerinde şimşekler geziyordu…
Tanıştırırken arkadaşlar söylemişlerdi ya, o çayından bir yudum alırken, sordu: “İsmin neydi?” “Alâettin.” “Maçkalı mısın?” “Evet.” “Kimlerdensin?” “Bahçekapılılardan.” “Baban ne iş yapar?” “Yapı ustası. Marangoz. Çiftçi.” “Komple adam desene!” “Öyle.” “Sağ mıdır annen, baban.” “Sağdırlar.” “Allah uzun ömür versin. Hayırlı ömür versin.” “Sağol. Ömrün hayırsızı var mıdır?” “Olmaz mı!” “Hangisi?” “Evlat acısı içinde geçeni.”
Bu kez ben uzandım çay bardağına, boğazımda düğümlenen hıçkırığı tutmak için… Gözlerimi de kaçırdım bir süre… Az ötemizde Atatürk anıtı vardı. Bize bakıyordu gibi geldi bana. Tam “kaç çocuğu olduğunu” sormaya niyetleniyordum, o bana sordu “kaç kardeş olduğumuzu”. Verdiğim yanıta fazla şaşırmadı, çünkü Karadeniz’de çok çocuklu ailelerin sayısı fazladır: “15 kardeşiz.” “Bir bab..” dedi durdu, sanırım “bir anneden 15 çocuğun çok abartılı olacağını” düşündü; kendince sorusunu düzeltti: “Bir anneden mi?” “Hayır” dedim: “2 buçuk anneden.” Bunu hep yaparım. “Buçuk nasıl oluyor?” “Babamın birinci eşinden 6 çocuğu oldu, o annemiz ölünce yeniden evlendi, bir çocuğu oldu bu annemizin, ayrıldılar; ben bu annemize torpil geçiyorum aslında ‘buçuk’ demekle; çünkü en son annemizin 8 çocuğu oldu.” “Sen hangi annedensin?” “En sonuncu anneden. En büyükleri benim.” “Yani 7 senden büyük, 7 de küçük kardeşin var.” “Evet” dedim; ama bu hesabı o denli hızla yapmasına şaşırmadım da değil. “Evet, ben nazar boncuğu gibi, ortadayım. Sizin de 9 çocuğunuz olduğunu biliyorum, Cihan’a sormuştum.” “Evet, Cihan 4. çocuğumdu. Siz demek 15 kardeşsiniz. İyi büyütmüş sizi anneniz, babanız. Ama zor olmuştur!” “Evet, öyle. 15 çocuğu hayata hazırlamak kolay değil…” “Sen evli misin?” “Değilim…” “Geç kalmadın mı?” “Kısmet işi… Benden küçükleri okutmak gibi bir sorumluluğum da var…” “Aferin. Babanın yükünü hafifletmişsin…”
“Evet. Sizinkiler de çok yük olmadılar galiba…” “Evet, hem birbirlerine yardım ettiler, hem çalışıp okudular…” “Annelerin evlatları için daha bir sevinçler, daha bir korkular, daha bir üzüntüler yaşadığını düşünürüm, bilmem yanlış mıyım?” “Doğrusun.” “Niye böyle olduğunu da bilmiyorum; belki küçük yaşta vefat eden kardeşimin ardından annemin duygularını gözlediğim, mezarı ziyaretgâha dönüştürdüğünü izlediğim, buna rağmen babamın nasıl sakin ve metanetli durduğuna tanık olduğum için böyle düşünüyorum.” “Evet, anneler evlatları için daha çok cefalar çekmiştir, daha çok fedakârlık yapmıştır, köylük yerde daha çok vakit geçirmiştir. Belki bu sebeplerden dolayı, belki tabiatın verdiği bir hasletten dolayı evlatlarıyla ilgili duygu, düşünce ve düşkünlükleri daha derindir, daha sevindiricidir yahut üzüntü vericidir.” “Ayşe ana da öyle midir?” “Öyle olmaz mı! Hele şimdi. ‘Cihan’ diyor başka şey demiyor. Ne eve sığıyor, ne bahçeye, ne köye… Ne dünyaya. Varsa yoksa Cihan. Bir de inat. ‘Cihan’a vazgeç dedim, vazgeçseydi, dinleseydi’ deyip duruyor. Gerideki çocukların okutulmasına da karşı. O kadar tepkili ve inat ki, köyde Cihan’ın adının bir başkasında olmasına da tahammül edemiyor… İçinde Cihan adı geçen isimleri değiştirerek söylüyor: Gülcihan yerine Güldünya, Cihaner yerine bibaşka şey... Her şeyden de korkuyor, öteki evlatlarının başına bir şey, aynı şey gelmesinden... Onun için zaman durdu. Cihan’ın öldüğü günde durdu zaman…” Öteki ölümleri anımsatacaktım, vazgeçtim: “Cihan okurken, ortalık karışmışken korkar mıydınız?” “Korkmaz mı insan! Hani derler ya, ‘yüreğimiz ağzımızda yaşıyorduk.’ Hele de Cihan gibi ele avuca sığmaz bir oğlun olursa… Korkarsın tabii.” “Cihan, çocukluğunda da ‘ele avuca sığmaz’ mıydı?” “Hareketli bir çocuktu, diyelim. Çok akıllıydı, çok çalışkandı. Her işe koştururdu, herkese yardım ederdi köylük yerde… Her çocuk gibi yani.” “Çok okur muydu, kitap mitap?” “Okurdu ya, ne bulursa okurdu. Ortaokulda, lisede verdiğimiz üç-beş kuruş harçlığı, parasını hep dergilere, gazetelere, kitaplara verirdi. Sonraları daha çok düştü okumaya… Çok şey öğrendi. Çok sorumluluk sahibiydi. Ama zaman kötüydü, anlamadılar gençlerin dediklerini… Dinlemediler ki anlasınlar... Kalp gözleri açık değildi: Gençleri düşman bellediler; gençleri heba ettiler, yazık ettiler evlatlarımıza.”
“Evet, öyle oldu. Bir nesli, bir kuşağı harcadılar… Ama o kuşağın değeri zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacak.” “Neye yarar, benim yüreğimin yangınını söndürür mü?” “Yok yok, o anlamda söylemedim: Yani düşündüklerinin, uğrunda can verdikleri ideallerinin haklı olduğu görülecek zamanla demek istedim.”
Sandalyesinde oturuşunu değiştirdi: “Anlıyorum, anlıyorum.” “Ben de anlıyorum, şairin dediği gibi ‘hiçbir şey gideremez iç sıkıntını.’ diyorsun ama, geçecek bu günler, bir de şöyle düşünmek gerekir: Şimdi bütün gençler sizin, sizin Cihanınız. Dünyadaki gençler kadar oğlunuz var artık.”
Küçücük gözleriyle derin derin baktı bana, “sahici, içten konuştuğumu” anladı. Eliyle dizimi tapışladı; “Öyledir oğlum, öyledir” dedi.
(Yitik Umutların Gece Bekçisi Alâettin Bahçekapılı, Nehir söyleşi: Korkut Akın, BRT Yay. 31 , 2019, s;170-173)
Comments