Uygarlıkların beşiği. Kıtaları birbirine bağlayan bir kavşakta kurulu nadide bir inci! Avrupa ile Asya'yı birbirine bağlayan efsanevi köprü-kent. Kültürlerin kesiştiği bir merkez...
İstanbul'u tanımlamak kolay mı? Onu birkaç sözcüğe, birkaç satıra, birkaç sayfaya sığdırmak kolay mı? Yazının tamamını İstanbul'u tanımlayan sözcüklere ayırayım desem, onun dillere destan nitelikleri yanında devede kulak kalır ancak. Sanırım, uzatmadan, onu, "güzellik", "haşmet", "asalet", "saygınlık" gibi kavramlarla ve bunları tanımlamada kullanılan dünyanın tüm sıfatlarıyla özdeşleştirmek en doğrusu olacak.
Ne güzel!.. Yeryüzünde böyle bir kentin bulunması ne güzel! Bu kentin benim ülkemin kentlerinden biri olması ne nimet!... Bu kentin benim olması ne mutluluk! İstanbulluyum —otuz yıldır da olsa- diyebilmek ne güzel, ne kıvanç verici bir şey!
Bütün bunlar iyi, güzel de kaçımız gerçek anlamıyla "İstanbulluyum" diyebiliriz ki?.. Söyler misiniz, kaçımız "İstanbullu olma"nın gerekliliklerini yerine getiriyoruz? Kaçımız bir kapalı alanda gürültüyle konuşanları uyarıyoruz? Bıngıl bıngıl yağlarını eritmek için kaldırım boyunca paytak paytak ilerlerken bahçe duvarlarından kolunu uzatıp elinin erişebildiği çiçekleri ya da giriş kapılarını çevreleyen çardak güllerini hoyratça koparan / yolan hanımlara: "Yakışıyor mu be kadın, eşofmanına bakan da sabah sporuna çıktığını düşünür; oysa sen düpedüz gül hırsızlığına çıkmışsın; oldu olacak şu jelatinle rafyayı al da gören çiçekçiden aldığını sansın..." diyebiliyoruz?... Kaçımız çöp konteynırlarını didik didik edeyim derken olanca çöpü sağa sola savuran kimselere engel oluyoruz? Kaçımız önlerine kattıkları sokak köpeklerine "zengin evleri"nin kedilerini kovalatan gecekondulu yaramazları karşımıza alıp bu yaptıklarının doğru olmadığını söylüyor ya da kulaklarını çekeceğimizi söyleyerek gözdağı veriyoruz? İki ayağı çukurda yaşlı bir adamın camiye giderken güzel bir gül ya da dallarından meyveler sarkan bir meyve ağacı görmeyiversin ne hikmetse birden canlanıverdiğini ve bastonuyla kendine çektiği güzelim gül dalını tomurcuklarına varıncaya kadar yolup ceplerine teptiğini görmeyenimiz neredeyse yoktur. Ama, söyler misiniz, kaçımız müdahale etme gereği duymuşuzdur buna?
Tam bir görüntü kirliliğine yol açan ve hepimizi son derece rahatsız eden şu yapışkan ilanlardan şikâyetçi olmayan İstanbullu sanırım yoktur. Bu arada bu konuda herhangi bir yere şikâyette bulunan İstanbullu'nun sayısının da pek kabarık olduğunu sanmıyorum. Bu sayı kabarık olsa, Belediyeler, Maliye hemen harekete geçer ve bir şekilde bu korsan ilanları önleme yoluna giderdi. Vergiler, tazminatlar alınır, cezalar getirilirdi. Öyle olunca da hangi aklıevvel elektrik direklerinden, apartman giriş kapılarımıza, posta kutularımızın camlarına, hatta ve hatta trafik işaretlerine varıncaya kadar bu lanet şeyleri yapıştırmaya cesaret edebilirdi?
"İstanbullu olmak" birçok insanın sandığı gibi İstanbul'da doğmuş olmak değildir. Hele hele İstanbul'da oturuyor olmak sümme haşa! Bütün bunlar İstanbullu olmaya yetmez. İstanbullu olmak bir ruh işidir. İstanbulluluk bir yaşam tarzına, bir düşünce biçimine ayak uydurmak demektir. Yaşadığı bu kenti ruhunda hissetmek ve onu benimsemek demektir. Bir potada hasıl olup bu kentin ruhuna bürünmüş insan olmayı gerektirir İstanbulluluk, İstanbullu olmakla övünmek, kıvanç duymak ne kadar güzelse Binbir Gece Masalları'ndan sıyrılıp günümüze kadar ulaşmış olan bu masalsı kentin bugün büyük bir erozyonla karşı karşıya olduğunu gözlemlemek de bir o kadar acı… Göç olgusunun her köşesinde kendi kırsalını yaşatmak uğruna adeta gizli bir dayanışma içinde olduğu malum kahramanlarının bu kentin güzellik ve erdemlerini kemirmek için birbiriyle yarışırcasına canhıraş bir biçimde çalışmaları... Partizanlık, adam kayırma, rüşvet gibi etkenlerin bir araya gelmesiyle kentin tarihsel dokusunu görmezden gelen görevlilerin çanak tuttuğu çarpık kentleşme... Yıllar yılı kanayan bu yaralar bu megakenti son zamanlarda tam anlamıyla bir 'megaköy'e dönüşme sürecine sokmuştur. Bu süreci yavaşlatmak, durdurmak, hatta tersine çevirmek İstanbullunun İstanbul'una sahip çıkmasıyla mümkündür ancak. Bir ulusal prestij ve onur olmanın yanında içinde yaşayana herkesin gözünde bir artıdeğer katan bu megakentin destansı güzelliklerinden ve altın olduğu söylenen taşından toprağından yararlanmayı hak etmek için bazı yükümlülüklerin yerine getirilmesi gerekir. Yüzlerce yıl çeşitli uygarlıklara başkentlik etmiş olan bu kentte yaşamanın kişiye yüklediği bu sorumluluklar: İstanbulluluk, İstanbullu ruhuna sahip olma, İstanbul'da yaşadığının bilincinde olma, en önemlisi de nemelazımcılığı bırakıp İstanbul'una sahip çıkma...
Onu yaşatacak ve bu güzel sıfatlara yenilerini katacak olan işte bu İstanbulluluktur. İstanbullu olma bilincidir. İstanbul'u her sokağı Anadolu'nun, Balkanların, Kafkasya'nın, Orta Asya'nın yıllar öncesini yaşatan 12 milyonluk bir megaköy olmaktan kurtaracak olan da budur.
Kurbankent:
Göç olayı her ne kadar dünyanın her tarafında görülebilen bir olguysa da yol açtığı yıkım yalnızca bizim ülkemize özgü gibi geliyor bana. En azından bu boyutlarıyla... Baharla yazın iç içe yaşandığı şu günlerde bir bardak çay içmeye balkona çıktığımda bahçe kapısını çevreleyen çardak gülüne onlarca elin uzandığını görmek (ki bunların birçoğu sabah sessizliğinin daha bir vurguladığı gürültülü konuşmalarından anlaşıldığına göre sözümona okumuş !? kimseler), kiminin yalnızca koparmış olmak için kopardığına (daha o güzelim goncayı mülkiyetine geçirir geçirmez yolup yolup atmaya başladığından anlaşılıyor), kiminin neredeyse poşet getirip dolduracak kadar gözü doymaz oluşuna tanık olmak çayımı boğazıma düğümlüyorsa eğer bunun suçlusu, bu göç olgusu olduğu kadar bir İstanbul'una sahip çıkmayan İstanbullulardır. "Aman, n'apim! Kimsenin tındığı yok... Bir de ters bir şey söyleyip insanın kafasını bozuyorlar!" diye omuz silken komşularımdır.
İstanbullu olmak güzel! İstanbul'da yaşamak da öyle... Ama göç olgusunun beraberinde getirdiği çarpık yapılaşma ve kültür erozyonunun her geçen gün bu güzel kenti tahrip ederek telafisi mümkün olmayan yaralar açtığını görmek de bir o kadar acı!...
Yine de her gün, her köşesinden yıkıma uğramasına rağmen hâlâ direniyor, özelliklerinin bir bölümünü olsun koruyabiliyor ve dünyanın tüm ressamlarını, fotoğrafçılarını, gravürcülerini, bestecilerini, şair ve yazarlarını besleyecek kadar bol malzemesiyle düşman çatlatırcasına hâlâ dimdik ayakta duruyorsa çok da güçlü bir kent İstanbul!
Onun güçlü olması rehavete kapılmamız için bir neden olmamalı. Onun kendi kendini koruyacağını ileri sürerek gerçeklerden kaçmak en yumuşatılmış söyleyişle bir saflıktan başka bir şey değildir. Biz İstanbullular, biz yazarlar, biz insanlar bu güce katkıda bulunalım. Bu dünya başkentinin hak ettiği saygınlığa kavuşmasına yardımcı olalım. Gül hırsızlarının bahçe kapılarındaki çardak güllerini kendileri koparsınlar diye dikmediğimizi, o sokakları, o kapalı alanları başkalarının da kullandığını öğrenmelerini sağlayalım. İstanbullu olmak en azından budur işte!
İstanbullu olmak, belki de, yayalara ayrılmış alanları otoparka çevirmemek, ayrıca yöneticileri, yaya yoluna hız kesici koymak zorunda bırakmamaktır. (Ataşehir'den örnek)
Yazı: Mustafa Balel
İlk yayımlandığı yer: Ataşehir Ev Kültür dergisi, Temmuz-Ağustos 2005, Sayı:2
Fotoğraflar: Alâettin Bahçekapılı (2023)
Comentarios