top of page
Yazarın fotoğrafıHaberciGazete

Orhan Karaveli ile Alâettin Bahçekapılı'nın söyleşisi



Bir dostun ardından yazmanın bu denli zor olacağını bilemezdim. Dün (24 Mart 2023) arkadaşım Ali Ekber Ataş, Orhan Karaveli'nin "artık aramızda olmadığını" haber verdiğinden beri ne yapacağımı şaşırmış durumdayım: Beynimde uçuşan sözcükler elektrik tellerine takılan yorgun göçmen kuşlar gibi... Acımı tam da anlatacak sözcükleri bulamıyorum: Ben ki, "ağlarken bildiri yazdım/dereboylarında, dağda bayırda yitip gidenler için/ Ağlarken haber yazdım/ her dostun arkasından/ İçime aktı gözyaşlarım anamı-babamı-kardeşlerimi yitirdiğimde/görevdi kalanları ayakta tutmak/ Çalışmak/İlaçtı/ Yüreğimin yarasına."

Ama olmuyor şimdi işte... Ne sözcüklere "hükmüm geçer/ ne halden anlayan bulunur."


Yarın (26 Mart 2023) toprakla buluşturacağız bu yurdun aydınlanmacılarından, Atatürkçülerinden, Nâzımseverlerinden Orhan Karaveli'yi.


Onu anlatan bir şeyler yazmalıyım. Ama olmuyor işte.


Açtım arşivimi: Onu en iyi anlatan kendisi olabilir düşüncesiyle. İşte 2006'da Ataköy'deki evinde yaptığım söyleşi. Ne çok derinlemesine bir duygu ve düşünce sergiliyor Karaveli. Tanıklarım Korkut Akın ile Dr. Sadreddin Apaydın idi bu söyleşide. Bir de sevgili Serpil Karaveli yengemiz.



- Sayın Karaveli, son 5-6 yılda ardı ardına yayımladığınız araştırmaya dayalı kitaplarla ilgi çeken, gündem oluşturan birisiniz. Bizi Ataköy'deki bu resim sergisi ya da kütüphane sayılabilecek evinizde kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bu eve yansıyan incelik, seçicilik, birikim köklü bir kentli aileyi işaret ediyor bize göre. Bu aileyi, Bir Ankara Ailesinin Öyküsü adlı yapıtınızda anlattınız. Şayet “işte yazdım 180 sayfa oldu" demezseniz, bize ana özellikleriyle ailenizi anlatır mısınız?

- Şimdi Bir Ankara Ailesinin Öyküsü'nü yazarken benim bazı tereddütlerim oldu. Biz öyle ünlü, harikalar yaratmış, zenginliği ile öne çıkmış bir aile değiliz. Ailemiz büyük kahramanlar filan da yetiştirmedi. Ailemizde benim gurur duyduğum iki insan var açıkçası: Dedem ve babam. Benim dedem Halil Efe, Seymen teşkilatının lideridir. Dedem Türkiye'de son Seymenbaşıdır. Seymenbaşı, şehir protokolünde yeralan; şehrin eşrafından sayılan; Türk toplumunun Anadolu'daki zabıta yetersizliğini tamamlayan ve toplumun düzen içinde yaşamasını sağlayan insanların lideridir. Dedem. Halil Efe, Abdülhamit'in muhafız alayında görev yapan bir yiğit. Başından ilginç ve önemli olaylar geçiyor. Meşrutiyet'te "hürriyete kurban" oluyor. Ardından türküler yakılıyor. Mustafa Kemal'i 27 Aralık 1919'da Ankara'da yiğitçe karşılayan seymenlerin son lideri dedem.

- Ben aslında sizin Ankara'daki yaşantınızı da merak ediyorum. 1930'da Ankara'da doğmuşsunuz. Atatürk’ün ölümüne varıncaya kadar 8 yıl orada yaşadınız. Büyük bir ihtimalle Atatürk'ü de tanımış olmalısınız.



- Benim hayatımın en büyük mutluluğu tesadüfen 1930 senesinde Ankara'da doğmam ve Atatürk'ün Ankara'sında yaşamış olmam. Atatürk'ün Ankara'sı bambaşka bir Ankara'ydı. Atatürk'ün Ankara'sı o zaman 40 bin nüfusluydu. Yolları yoktu, asfaltları yoktu, hiçbir şeyi yoktu; ama Atatürk'ün Ankarasında Atatürk vardı ve yetiyordu. Atatürk'ün Ankarasında ben çok küçük yaşlardan itibaren bunu hissettim. Ben daha çocukken evden çıkarken, annem uyarırdı: "bak oğlum oyun oynamaya kapının önüne çıkıyorsun, sakın yere tükürme Atatürk görebilir". Biz bu düşünceyle büyüdük. Ankara'da zenginlik yoktu. Ankara'da kadınların bir tek tayyörü vardı, erkeklerin de bir kat elbisesi, bir çift kundurası vardı; ama elbiseleri daima ütülüydü. Erkekler daima tıraşlıydı, kadınlar saçlarını böyle bir bere ile veyahutta buna benzer bir örtüyle örterlerdi, tabii tesettür gibi saçmalıklar da yoktu. Atatürk'ün Ankara'sını ben çocukluğumda çok iyi hissettim. Ama benim ayrıca bir şansım da oldu: Ankaralı olmak ve Halil Efe'nin torunu olmak nedeniyle.

Babam Atatürk'ün yanında atlı kurye olarak görevini yaptı ve birtakım önemli görevlerde bulundu. Babam da yağızdı, çok güzel at binerdi. Recep Peker tarafından Atatürk ile arasında yani Çankaya ile Millet Meclisi arasında atlı kurye olarak seçilmiş. Gizli evrakı gizli yazışmaları getirip götürmek için. Bu çok önemli bir görev olduğundan, Mustafa Kemal savaş bittikten sonra babamı soruyor. “bizim bir Mahmut vardı nerede", "efendim Ankara’da", “ne iş yapıyor” diyor, “zahire ve kömür üzerine çalışıyor" diyorlar, babamın kömür deposu vardı, köşkün kömürü de bizim depodan giderdi. 2 tonluk devasa kamyonlarla, çünkü en büyük kamyon iki tonluktu o zaten kamyon da yoktu Ankara'da, belki, saysanız 10 tane kamyon ya vardı ya yoktu. Şimdi aralarında böyle bir yakınlık olduğundan Cumhuriyetin 10. yılında, o zaman da Hasan Rıza Soyak köşkün kâtibi olmuştu, o da babamı çok severdi. Diyor ki "ne satıyor Mahmut". “kömür satıyor","kömürü ondan alın" diyor, "başka ne satıyor Mahmut". "efendim zahire falan", “biz kullanıyor muyuz bunlardan", "evet efendim", “e onu da ondan alın" diyor. Türk’ü gözetiyor.

Ankara'da Türklerin esamesi okunmuyordu. Türkiye bu durumdaydı.

Tekrar babama dönersek, Atatürk destekliyor, zaten Atatürk Türk girişimcileri hep destekledi. Bedava arsalar verdi, Atatürk Ankara'yı başkent yapmasaydı. ne Koçlar olurdu, hiç kimse olmazdı. Ankara öyle Kaleye dayalı bir Ankara olarak bugünlere kadar gelirdi. Dolayısıyla bütün Türkler Atatürk'e her şeylerini borçlu oldukları gibi, Ankaralılar daha çok borçludurlar.

- Babanızın Atatürk'e yakınlığından…


- Ben de yararlandım, benim nasibim şu oldu, o benim için çok önemli: 29 Ekim 1933 senesinde, ben 4 yaşını bile doldurmamışken, Ankara'da Cumhuriyetin 10. Yılı büyük bir coşku ile kutlandı, ben çok iyi hatırlıyorum. Cumhuriyet Bayramı’nda hazırlanan tribüne Atatürk oturdu. Önünden askeri kuvvetler geçti geçmesine; ama Ankara halkı da geçti. Yani içiçe bir bayramdı, şimdi bayramlarda artık halk geçmiyor: Sadece askerler geçiyor, okullar geçiyor, Harbiye geçiyor vs. Halk geçiyor mu? O zaman halk geçti. Cumhuriyetin 10. yılı töreni; Atatürk var, Mareşal, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Başbakan İsmet İnönü ve Sovyet Şuraları Başkanı Mareşal Voroşilof. Özel olarak Rusya’dan gelmiş; o zaman Sovyetler Birliği ile ilişkilerimiz çok iyi. Babama davetiye vermiş Hasan Rıza Bey, biz de evde 3 kardeşiz: Abim var, ablam var. Babam daveti söyleyince "ben de geleceğim”, dedim, "Ne olursun, kucağına alırsın" diye diye ikna ettim. Bir tahta tribün yapmışlar. 10. Yıl Nutku'nu Atatürk söylerken falan görünüyor fotoğraflarda, Yanda bir başka tahta tribün yapmışlar, oraya da eşraf ve yüksek bürokrasi davetiye ile giriyor. Babama da orada ver vermişler. İnanılmaz bir şey, yani benim Atatürk’le aramdaki mesafe sizinle aramızdaki mesafeden bir misli fazla, 10 metreyi geçmez. Düşünün, ben babamla oturuyorum, biraz sonra Mustafa Kemal geliyor. O bildiğiniz frak, yakasında altıoklu bayrak iliştirilmiş, dünya yakışıklısı bir insan. Birileri geçiyor, bir arazöz geliyor, su fışkırtıyor ki sonradan geçenler toz kaldırmasın.

Düşünün ‘"Atatürk 10. Yıl Nutku'nu okurken ben onu seyrettim, birkaç metre mesafeden. Babam benim elimi tutuyordu, eğer elimi tutmasaydı, ben koşup gidecektim yanına. "Atatürk ben geldim" diyecektim. Bu birincisi, Atatürkle ikinci karşılaşmam, bu olaydan iki sene sonra oluyor: Atatürk her akşam, saat 5-6 gibi Çankaya'dan çıkar, Kavaklıdere'den iner, Kızılay’a gelir ... Anafartalar Caddesi’nden, Saman Pazarı’ndan döner ve Çankaya’ya tekrar gidermiş. Ben bunu duydum ve birkaç kere de otomobilde gördüm Atatürk'ü. Siyah bir otomobil, motosiklet filan yok, zaten fazla trafik de yok; ama herkes otomobilde Atatürk'ün olduğunu bilirdi. Biz de Saman Pazarı'nda oturuyoruz, tam Kurşunlu Camii'nin karşısı oturduğumuz yer. Annemin arkadaşı olan bir aile vardı.. Onun kızı da benim arkadaşımdı. Benden bir yaş büyüktü. Yaş olarak 6; ama bilgi itibariyle 15 yaşındaydı. Sokakta oynuyoruz, "Atatürk geliyor" dediler, "Gazi geliyor, Paşa geliyor". Atatürk öyle dolandı ve dönüp gidecek. Biz arkadaşımla "hadi Gazi'yi durduralım" dedik, nasıl durduracağız, çıktık otomobillerin önüne durduk, otomobille yanaştı, bizim önümüzde kapı açıldı, inme basamağı vardı o zaman otomobillerde, bize "tünaydın" dedi, "tünaydın paşam", ben beş yaşındayım.

- Başka ne konuştunuz?

- "Nasılsınız çocuklar" dedi, "ne yapıyorsunuz" dedi. "Biz" dedik "seni şöyle bilirdik, seni gökler gibi bilirdik" falan. Halk da toplandı; ama en önde ben, bir de o kızcağız. O kadar güzel bir insan ki, o kadar candan bir insan ki, düşünün yani, 1936 senesinde daha 55 yaşında bir Atatürk, ne kadar şık, ne kadar güzel giyimli, ne kadar rahat, yanındaki de zannederim Şükrü Kaya'ydı, bir de şoför var. Arada bir cam var, şoför ve arka taraf arasında, arkada konuşulanları duymasın diye, rivayete göre şoförler de sağır olurmuş; ama ben onu kanıtlatamadım kimseye.

Bakın şimdi aklıma geliyor, bir de 1937 senesinin Mayıs ayında Hıdrellez Günü, Ankara'nın Söğütözü denen yerinde, orada piknik yapmaya gittik okulla ve Atatürk’le karşılaştık. Atatürk'ün orda bir kulübesi vardı, bunu Şevket Süreyya Aydemir ve Nezihe Araz da yazıyor, ben ikisine de baktım. Ancak bir adamın oturup uzanacağı kadar bir bina. Küçük bir mutfak, Atatürk oraya şoförü ve yaveriyle gelirmiş ve yaveri Atatürk'e kahve yaparmış. Şevket Süreyya Aydemir'in dediğine göre; en rahat uykularını da orada uyurmuş. Yani yöresinden, Çankaya'dan, insanlardan, herkesten kaçıp, oraya geliyor, dinlenip gidiyor. Bu insani bakımdan da üzerinde durulması gereken bir şey. İnsanlar neleri olursa olsun, bir yerlerde, kimi zaman yalnızlığı özlüyorlar.

- Sayın Karaveli siz birçok dönemde birçok olayların içinde bulundunuz, hem gazeteci olarak, hem yazar olarak, duyarlı bir insan olarak. 1949'da Galatasaray Lisesinden sonra Hukuk Fakültesi' ne girdiniz, sonra da yurt dışında eğitim gördünüz. 1949'da cinsel sorunları irdeleyen bir dergi çıkardığınızı biliyoruz. Sonra, gazeteciliğe nasıl girdiniz?



- 14 Temmuz Fransız İhtilali'nin yıldönümünde Fransa'daki kutlamalara katılacaktık. Fransa'dan iyi bir konu çıkar düşüncesiyle Yeni İstanbul'a öneri götürdüm. Hemen kabul ettiler. 20 yaşındayken gazeteciliğe başladım. Askerlikten sonra 1 Ekim 1954'te Abdi İpekçi ile çalışmaya başladım. Milliyet'in Almanya, sonra İngiltere temsilcisi oldum. 1957'de İngiltere'den dönüşte kendimi Vatan gazetesinin içinde buldum. Şöyle ki Vatan gazetesi o tarihte, muhalif olması nedeniyle, sarsıntı geçiriyor. Vatan böyle bir sarsıntı içine girince gazeteden bir şey beklemeyen ve zaten Ahmet Emin Yalman'ın ricası ile onun hatırı için, biraz da onun bazı kapalı derneklerdeki etkinliği nedeniyle, ortak olmuş kimseler hisselerini satacaklarını belli ediyorlar. İngiltere'deyken abim hem kendi adına, hem benim adıma bir miktar hisse senedi satın alıyor, yanı benim kendi imkânlarımdan yararlanarak. Daha kimler satın alıyor, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Naim Tirali, Sadun Tanju, Oktay Akbal, Özcan Ergüder, Burhan Arpat, Adnan Veli Kanık. Ne isimler değil mi? Birden bire bütün bunların ortak olduğu bir Vatan gazetesi çıktı ortaya.

- Bu durum şunu gösteriyor mu? Eskiden gazeteler, fikri olanların çıkardıkları yayın organlarıydı. Şimdi gazeteleri parası olanlar çıkarıyor. Şimdi şu saydığınız ortaklara baktığımızda, hepsi Türkiye'nin yaşamında etkin isimler. Bugünkü gazetelere bakıyoruz, arkalarında paradan başka, sermayeden başka hiçbir güç görünmüyor.

- Şimdi Alâettin Bey, siz, gazetecilik okumuş bir insansınız, bunları size anlatmak benim haddim değil. Türkiye'de gazetecilik değişirken "eskiden düşünen, fikir sahibi insaniardı gazete sahipleri, şimdi para konuşuyor," sözünüz doğru; ama yetersiz. Gazetecilik kavramı bütünüyle değişti Türkiye'de. Bugün dünyada gazete konseptine az çok uyan bir tek Cumhuriyet gazetesi kaldı. Diğer gazeteler biliyorsunuz 3,5 grupta toplandılar: Aydın Doğan Grubu. Bir Dinç Bilgin vardı, az çok gazeteci bir aileydi. Şimdi onlar da Ciner Grubu’na katıldı. Akşam Necmettin Sadak jenerasyonundan gelmiş, düşünün yani, dışişleri bakanlığı yapmış adamın gazetesi dönüyor dolaşıyor Çukurova Grubu'nun eline geçiyor.

- İşte bunlar beni doğruluyor.

- Doğrulamaz olur mu, bugün gazeteler tamamen değişti. Gazeteler bugün para kazanmak için çıkıyor. Biz o zamanlar parayı marayı düşünmüyorduk. Babıali’den 12'de bir otobüs kalkardı, o otobüse yetiştiniz yetiştiniz, yetişemediniz, yürürsünüz Şişli'ye kadar. Aynı zamanda gazeteler şimdiki gibi saat 6'da 7'de gitmiyor ki, yazılar yazılacak, yazılar dizilecek, tashih edilecek, aşağıya inecek makine dairesine, matrisi alınacak, kurşun dökülecek, kurşunlar makineye monte edilecek, ondan sonra gazete basılacak. Ben dış politika yazıyorum Vatan'da, 12'den 1'den önce gazete çıkmaz, orada beklerim, gazetede yazımı göremeden yatamıyorum. Bir kere olsa neyse yüzlerce, binlerce, yazım çıkmış Vatan'da, dile kolay. Ben her biri için bu duyguyu besledim.

- Yazı yazmaya çok erken başladınız; peki kitap yazmada neden geç kaldınız?



- Hayatta birçok şeyler insanlara istedikleri zaman, istediklerini yapma fırsatı vermiyor. Ben gazetecilikten hiç kopmadım. Ama, zaman zaman, ailevi nedenlerle, askıya almak zorunda kaldım. Gene de tam kopmadım, gene de bir yerlerde yazılarım çıktı. Babamın özellikle iş hayatında geçirdiği bazı sıkıntılar nedeniyle, ben ona yardım etmek mecburiyetini hissettim. Hem de 32 yaşında, hem de gazeteciliğimin en parlak zamanında. Hürriyet gazetesi Necati Zincirkıran döneminde yeni bir gazete çıkarmak istediğinde bana teklif yaptı, "gelin başına geçin" diye. Ben uzunca bir süre istediğim gibi gazetecilik yapamadığım gibi, istediğim gibi kitap da yazamadım. İlk defa Koza Yayınevi'nin sahibi Tarık Dursun K, benim Cumhuriyet'te yayımlanmış bazı röportajlarımı, özellikle Nâzım Hikmet'le ilgili olanını, Adnan Menderes'le ilgili olanları ve diğer bazı röportajları kitap halinde topladı. 1980'de çıktı. Tam o sırada 12 Eylül felaketi başımıza gelmişti. Kenan Evren başa geçmişti. "Vatan hainlerinin adını kitaplara veriyorlar" diye bir gürledi. Sanırım Bursa'da bir konuşma sırasında. Onun üzerine kitabın kapakları değiştirildi. Kişiler ve Köşeler diye, o kitap öyle çıktı. Ben, kitabın önemine çok inanıyorum, yani binlerce, on binlerce makale yazarsınız, kaybolur gider. Bir gazete el değiştiriyor, Vatan el değiştirdi, ben bir tane yazımı bulmak için milyarlar vermeye hazırım; ama yok. Onun için dedim ki, eğer benim topluma karşı, Atatürk'e karşı, ulusuma karşı naçizane bir küçük görevim varsa, kitap yazmalıyım, ben geleceğe bir şeyler bırakmalıyım. Gazete yazısıyla bu olmuyor, dergi yazısıyla da olmaz. Kitap kalır, kitap hiç kaybolmuyor, büsbütün kayboldu dediğinizde Sahaf Hüseyin'de buluyorsunuz. İngilizcede bir söz var, "hiç olmayacağına geç olsun".



1999 senesi benim için bir dönüm noktası oldu. İkinci kitap olarak Bir Ankara Ailesinin Öyküsü’nü yazdım. O kitap beklemediğim bir ilgi uyandırdı. Ankara Ailesi, Karaveli Ailesi, Karaveli ailesi kim ki, ünlü bir asker ailesi, ünlü bir diplomat ailesi değil. Orada şunu anladım: "Bir ulusun hayatı, sıradan ailelerden oluşan tuğlalarla örülür" ve ben kendi üzerime düşeni yaptım. Onu Görgü Tanığı takip etti, arkasından Nâzım Hikmet, arkasından Sakallı Celal ve Tevfik Fikret, bir de 46-99 Şiirler kitabı 7. kitap sayılır.

Kitaplarla çok uğraşıyorum. Şimdi Sakallı Celal, çok önemli bir filozof, müthiş bir adam, bana göre Anadolu toprağının yetiştirdiği ikinci büyük filozof.

- Birincisi kim?



- Diyojen. Bu Yunus Emreler, Mevlanalar da filozof; ama bu ikisi çok farklı yapıda insanlar. Ben konuların üzerine çok dikkatle eğiliyorum ve herkese de bunu tavsiye ediyorum yalnız kitap yazarken değil. Dergi çıkarırken de... Bu Sakallı Celal ve Tevfik Fikret’ten sonra birtakım yerlere beni davet ettiler, konuşma yapmak için hâlâ da bu devam ediyor. Her yere gidiyorum. Çünkü ben bunu bir hizmet olarak kabul ediyorum, bir aydınlanma hizmeti, bir de, ben bu yaşa geldim, kendimi bu ülkeye borçlu hissediyorum. Galatasaray Lisesi'ne 1937'de geldim. 200 liraydı taksiti. O zaman okul 9 ay. Tatil günleri de var, günde 4 öğün yemek. Babam da tüccar adam. "Orhan 200 liraya olmaz" dedi "bu iş." "Baba kaça olur" dedim. "700 liradan aşağı kurtarmaz" dedi. "Bak Orhan" dedi, "200 lirayı ben veriyorum, 500 lirayı devlet" dedi ve ekledi: "Kasabaya gidecek imkânı olmayan çocukların hakkından keserek sana bunu veriyor." O yüzden ayağı çıplak, trenin yanında koşan "gazete, gazete", diye bağıran o çocuklar hep gözümün önündedir.

- Böyle kaliteli insanlar hep bu duyguyu yaşar. Ben bunu, Aziz Nesin'den, Rıfat Ilgaz'dan, Mete Akyol'dan duydum: "Ben bu yaşa geldim, bu devlete, bu halka, bu topraklara kendimi borçlu hissediyorum hâlâ" diyorlar.

- Ben para da kazandım yani, pek beklemiyordum, umurumda da değildi, zengin olduğumdan da değil. Yani bir duygu var, ben yaşayıp gidiyorum, dostlarım olsun param olacağına. Parası olup da bir tane dostu olmayan yığınla insan var. O 500 lira benim mideme kurşun gibi aktı. "Demek ki" dedim, "ben bu topluma borçluyum.” İşte şimdi bu topluma borcumu ödemeye çalışıyorum, Ödeyebiliyor muyum, bilmiyorum. Ama oturuyorum, kitap yazıyorum:

Nâzım Hikmet diye senelerce, hain olarak öğretilen bir adamın ne kadar büyük bir yurtsever olduğunu anlatmada benim katkım oldu. O kadar büyük katkı oldu ki, bugün tanınmış bir tüccar olan arkadaşım, "ben Nâzım Hikmet’i vatan haini olarak bilirdim, senin yazdığın kitabı okuduktan sonra böyle düşünmüyorum, eğer senin avukatlığını yaptığın gibi bu adamın kemikleri Rusya'dan bir gün getirilirse bana söyle, Türk Hava Yolları'nın en büyük uçağını tutacağım, bütün masraflarını ben yapacağım" dedi. Ne demek, bir insanı bu kadar değiştirmek. Kaç kişiye Nâzım Hikmeti sevdirdiğimi söylediler.

- Ayrıca Atatürk'ün düşünce yapısının oluşmasında katkısı olan Tevfik Fikret'i, aradan geçen bunca yıl sonra, Türk halkına yeniden tanıtan, onun şiirini bugünkü kuşakların da anlamasını sağlayan bir yazarsınız. Çok büyük katkıda bulundunuz. Tevfik Fikret'in kullandığı dil itibariyle, bugün anlaşılmayan şiirlerini, şair olmanın avantajlarını da kullanarak, günümüzde, yeniden sevdirdiniz.


(soldan: Bahçekapılı-Karaveli-Turgay Fişekçi-Derman Bayladı Nâzım Hikmet anmasında)


- Bunu ben başkalarından da duyuyorum, çok mutlu oluyorum. Hanlar, hamamlar bıraksak onları da çoluk çocuk yer, hiçbir şey kalmaz. Ama geride birkaç kitabınız' bıraktığınızda o sizin çok uzunca bir süre yaşamanızı sağlayabilir. İki şeyi çok istiyorum kendim için: kötü adam demesinler arkamdan, bir de elinden geleni yapmaya çalıştı desinler. Bende ağırlıklı biçimde bir Atatürk sevgisi de var. Bu, Atatürk'ü 3 defa gördüğüm için ya da Atatürk çok yakışıklı olduğu için değil, Yaşlandıkça onun ne kadar büyük bir insan olduğunu anlıyorum. Atatürk kadar nereye gideceğini, nasıl gideceğini, nerede duracağını bilen bir ikinci şahsa ben rastlamadım. Atatürk bambaşka, Atatürk kimseyle kıyaslanmaz ve Atatürk benim Atatürk'ümdür. Benim ulusumdan çıkmıştır ve Atatürk cumhuriyeti bana emanet edilmiştir. Nereden çıkarıyorsun Orhan abi, diyeceksin.

- Diyorum...

- "Ey Türk gençliği" demiyor mu? Ben de gencim, ben kendi üzerime alıyorum. Siz de alabilirsiniz, isteyen alır.

- Atatürk'ün büyüklüğü ile ilgili bir anekdot da ben anlatayım; "Ünlü şairlerimizden Behçet Kemal Çağlar anlatır. Bizden biri Japonya'ya gitmiş. Bir Japonla sohbet ederken, karşısındaki kişinin Atatürk'e biraz benzediğini, biraz andırdığını fark etmiş, bunu Japon'a söylemiş. Japon hemen yerinden kalkmış, telefona gitmiş, evine telefon etmiş, telefona çıkan hanımına, “Bir Türk şairi benim Türklerin ulu önderi Atatürk'e benzediğimi söyledi, eve geldiğimde ona göre saygı isterim." demiş. Şimdi gelelim yeni çalışmalarınıza...

- Yeni bir kitabın hazırlığı içindeyim. Tek düşüncem Türkiye'nin iyi bir yöne yönlenmesi. Bizim milletimiz kötü değildir, bizim milletimizi yönetenler kötü olmuşlardır. Bizim milletimizi yönetenler onu anlayamamışlardır. Benim milletim kurbanını dağlarda kesiyor, derelerden kan akıyor: Öğrettiler mi, anlattılar mı, anlattık mı, öğrettik mi? Niye Türk milletini ikide birde kötülüyoruz, ben Türk ulusunun daha ilerilere gitmesini dilemekten başka bir şey yapamam. Açıkçası umudumu kaybetmiyorum; ama ne yazık ki, son zamanlarda kötümserliğe doğru bir kayış var, onu da saklamıyorum.

- Son zamanlarda, bu kötüye doğru gidişten, yaşadığımız kent de payını alıyor mu? Ankaralı bir aileden geliyorsunuz; ama neredeyse 70 yıllık bir İstanbullusunuz. İstanbul'un nüfus artışını, mimari anlayışının değişmesini, yapı yoğunluğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

- İstanbullu nitelemesini geri çeviriyorum. Ben hep Ankaralı kaldım. Ben kendimi İstanbullu gibi hissedemedim. Neden hissedemedim? Onu da bilmiyorum. Ankara'yı çok seviyorum; ama İstanbul'u da seviyorum. Ömrümün yüzde seksen beşini İstanbul’da geçirdim. İstanbul hakikaten yaşanmaz bir yer haline geldi. Mesela birkaç günlüğüne tatile gidiyorum, ya keşke burada yaşasaydım diyorum. Neden İstanbul'da yaşıyorum, Muğla'da yaşayacağıma. Doğru düzgün bir Anadolu kasabası. Ne yapıyoruz biz bu İstanbul’da? Harika bir Boğaz'ı var, siz bana sorun en son balık lokantasına ne zaman gittiniz diye?

- Sordum gitti.

- Hiç hatırlamıyorum. Belki 10 sene olmuştur. İstanbul'da sinemaya, tiyatroya gidemiyoruz. Biz İstanbul'un nesinden yararlanıyoruz yani? Ben İstanbul’a geldiğimde, 1937 senesinde, İstanbul'un nüfusu 700 bindi. Şimdi 14 milyon. Bir insan ömründe kaç kat arttı, tam 20 misli artmış. Gidin İsveç'te, 60 sene önce 400 bin, şimdi de 420 bin mesela. Böylesine değişen bir İstanbul’dan artık İstanbul diye bahsedebilir misiniz? Hadi ben İstanbulluyum, ben hangi İstanbul'un İstanbullusuyum onu da söyleyin. Ben bugünkü İstanbul'un İstanbullusu olmak istemiyorum. Belki 1950'lerin İstanbullusu olabilirdim. Ama artık olmuyorum, olamıyorum ve İstanbul'da yaşayanlara ben acıyorum, başta kendimiz olmak üzere.

- Yani Yahya Kemal'in "Ankara'nın en çok nesini seversiniz?" sorusuna "Istanbul'a dönüşünü" demesini, biz bugün şöyle mi söylemeliyiz: "İstanbul'un nesini seversiniz?" "Anadolu'ya dönmesini."

- Yahya Kemal, bu sözü söylediyse eğer, büyük bir açıklıkla kınıyorum Yahya Kemal'i. Ankaralı olduğum için değil, Türk olduğum için, Atatürkçü olduğum için. Bir insan Türkiye'nin şairi olacak, bir insan Lozan Toplantısında heyette bulunacak, bir Türk ki 600 yıllık imparatorluktan Ankara'da yeni bir kentin, yeni bir ülkenin doğuşuna tanık olacak, üstelik orada milletvekili yapılacak, gidecek güzel güzel paralarımızı alacak, ondan sonra patlıcandolması yemek için Büyükada'ya koştururken, bir de Ankara'yı küçük görecek. Hiç şık değil, o nedenle kendisini kınıyorum. O nedenle de benim sevgim de azalmıştır kendisine. Şairliği ayrı bir konu, döneminin şairidir, şairliği kadar bilinmeyen bir tarihçi tarafı vardır, onu da söyleyeyim. Dediğinize dönersek, Alâettin Bey, benim bir köyüm olsaydı vallahi dönerdim. Ankara'da bir bağımız vardı, bağımızın üzerine belki 100 tane apartman yapılmıştır, neresine döneceğim ben onun.

- Sayın Karaveli, bu güzel söyleyişi gençliğinizde, 17 yaşında yazdığınız şiirlerinizden biriyle bitirelim, isterseniz.

- "Yavaş yavaş sislere gömülür karşı kıyı

Bilinmez bir âleme sürüklenir gemimiz

Bazen ılık nefesler andırır bir şarkıyı

Bazen gözyaşlarıyla belirir özlemimiz

İsteriz birden bire dönmek tekrar geriye

Fakat akıntı bizi sürükler iter iter

Herkesçe meçhuldür bakışırız nereye

Yeter bir ömür için bu binbir cefa yeter.

- Teşekkür ederim bu söyleşi için...

- Ben de size teşekkür ederim .


(Soldan: Serpil Karaveli-Orhan Karaveli-Sadreddin Apaydın-Korkut Akın, 2006, Ataköy)


Bu söyleşi ilkin Ataşehir Ev Kültür dergisinin Eylül-Ekim 2006 tarihli 9. Sayısında, sonra Karaveli ile yapılan başkaca üç söyleşiyle birlikte 2015 yılında BRT Yayınları arasında çıkan Gelincik Tarlası Gibi kitapta yayımlanmıştır. Karaveli’nin Alâettin Bahçekapılı’nın arşivini varsıllaştıran başkaca konuşmaları, fotoğrafları ve filmleri hazırlanmakta olan SESLERİ BENDE KALDI-2 kitabında yer alacaktır.

361 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page